12 Kasım 2020 Perşembe

Kaç Para Kaç


"Dünyadaki insanların yarısı günde iki dolardan daha azıyla yaşıyor. Tam bir buçuk milyar insan aç uyuyor.  Nüfusun dörtte biri temiz bir bardak su içemiyor. Her dakika bir kadın çocuk doğururken ölüyor"

Reha Erdem'in yüklü miktarda para bulmasıyla küçük hayatları değişen orta sınıf bir Türk ailesini odağına aldığı festival yıldızı filmi Kaç Para Kaç, kentli toplumda iktidarı elinde bulunduran, asosyal, ailesine düşkün gibi duran Selim'in hikâyesini ustalıkla anlatıyor.

Paranın insanları (muhafazakâr-seküler olsun fark etmez) nasıl yozlaştırdığını Sait Faik öyküsü tadında anlatan Erdem'in filmi, hikâyesi ve karakter gelişimi açısından oldukça tatmin edici. Selim karakterinin Kafkavari dönüşümünü oldukça iyi yansıtan Taner Birsel'in 21. İstanbul Film Festivali'nde "En İyi Erkek Oyuncu" ödülünü de layık görüldüğünü hatırlatalım. (1998 senesi)

Reha Erdem'in yarattığı dünya aslında günümüz insanının da bir panaromasını çıkarıyor. Eskiden kutsal sayılan bilgiydi, insanlık bilgiyi arıyordu. Ancak günümüzde hele ki gelişmiş ülkelerin büyük şehirlerinde insanlar için tek bir maddenin kıymeti var; para. Bilgi mazide hikmet para da oldu artık. 

Reha Erdem'in filmde Selim karakteri üzerinden yarattığı evrende, dışlanmışlıktan kaynaklanan yabancılaşma, (Selim'in ailesine, çocuklarına, çevresine hatta yanında çalıştırdığı dürüst çırağına) karakterin paranın yüküyle birlikte yaşadığı daraltıcı girdap, bireysel olarak sıkışmışlık hissi, yalan, çok fazla yalan söylemesi şu an içinde bulunduğumuz dünyanın da modern bir benzetmesi değil mi? 

Kaç Para Kaç, yönetmenin sinematografisindeki en başarılı yapımlardan. Yakın durmanızı şiddetle öneririm.

8 Kasım 2020 Pazar

Korku

Yarı çocuk kalbimde korku, kapıya yaklaştıkça büyüyor. (Yusuf Ziya Ortaçgil)

Kişinin ruhu bile duymadan, içten içe gelen bir histir korku. Ekseriyetle insan bünyesinde kendini alttan gelen ılık bir sıvıyla belli eder. Benzer durum hayvan dostlarımız için de geçerlidir.

Korkunun beslendiği şey, umutsuzluktur. İnsan aklını esir alır, kalbini karartır, damarlarını tıkar, köreltir. Böylece korku girdabına girer insan, çaresizce huzursuzluğu kabullenir. Korku içten içe büyür, sabahın huzur verici ilk ışıklarının yansıması bile korkan bünye için, bezgin bir güneşten ibarettir.

Sosyal Darwincilere göre korku en ilkel dürtümüzdür. Belki de insan farkında olmadan hayatta yaptığı ya da yapacağı tüm eylemler bu duygu -sayesinde-yüzünden yapıyor. 

Üvey kardeşi de vardır korkunun, endişe. Hemen ardından gelir. Sizin yakanızı bırakmaz, kene gibi yapışır. Peşinden uzaklaşmasını istedikçe size saldırmaya devam eder.  Kimi aşkta bulur korkuyu kimi sevgide kimi sokakta kimi denizde kimi de evinde...

Orhan Asena'nın mesela, müthiş bir tiyatro kitabı vardır "korku"yu anlattığı, artık sadece sahaflarda bulunabilen... 

4 Kasım 2020 Çarşamba

Ölüm ritüelleri

2014 yılında Danimarka'da ilginç bir cenaze törenine şahit olmuştum. Ölünün küçük bir tekne üzerine bırakılıp yakılarak denize salınması, bu tip bir cenaze töreninin 21. yüzyılda yapılabilmesi beni çok şaşırtmıştı. Bundan sonra biraz geriye doğru dönük araştırdığımda ölü gömmenin çok ilginç ritüel ve inanışlarla yapıldığını fark ettim.

Misal; tarihte ölülerini ilk yakanlar Yunanlar. Mezar abidesindeki meşaleyi ayağıyla söndüren koruyucu ruhun o mezarın etrafında hayatta olacağına inanırdı.  Meşale sanırım hayatın parlayıp ve daha sonra söndüğünü temsil ediyor olabilir. Yazılı Yunan kaynaklarda da buna benzer bir yorum vardı.

Antik dönemden devam edelim. Mısırlılar da çok ilginçler. Bir defa yok oluşa tahammülleri yok. Hiçleşmek onlar için oldukça kötü. Bu yüzden cenazelerini otlarla doldurup, ebediyete kadar onları koruyacağına inandıkları taşın altına mumyalanmış şekilde gömerlerdi. Toprağa gömülü heykeller!  İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde de görüleceği gibi günümüze kadar gelebilen insan kemikleri ve prototipi.

Yahudiler ve Hristiyanlar ölü törenleri konusunda benzer düşüncelere sahipler. Büyük dinlerin ekseriyetinde olduğu gibi ölümden sonraki yaşama olan inançtan dolayı bu iki dine mensup kişiler ölülerini bir bütün halinde gömerlerdi.  

Norveçli bir arkadaşım bu ölü gömme adetleri konusunda ilginç bir yorumda bulunmuştu bana. Hayata en çok Müslümanların kıymet verdiğini bu yüzden kabristanların mümbit (verimli) topraklar üzerine kurulduğunu söylemişti. Hemen İstanbul'u düşündüm. Osmanlı döneminde Eyüp mezarlığı İstanbul'un en verimli topraklarını teşkil ediyordu ve evet mezarlık oraya inşa edilmişti. Pratikte doğru olabilirdi söylediği.

Müslüman mezarlıklar. Eyüp'ün mezar taşlarından ibaret görkemli manzarası. İlginç.

Ölü gömme, ölü törenleri gerçekten ilginç sahneler. Gaip alemlerden çalınan bir söz vardır: "Ölüm diyarında muhakeme yapılmaz"

Mezarlıklarda ölülere saygı vardır. Kafanızda dökülen saçları saklamak amacıyla taktığınız şapkayı bile ister istemez yeni bir cenaze yanınızdan geçerken çıkarırsınız.  Şapkayı çıkarır elinize alırsınız ister istemez. Üzgün bir surat ifadesine bürünürsünüz cenaze sahiplerinden gözlerinizi kaçırarak. 

31 Ekim 2020 Cumartesi

Bizar eden bir gerçeklik; Frances Ha

Frances Ha; çevrenizin yüzlerce insan ile çevreli olduğu kalabalık bir kentte yürürken kulaklığınızda çalan hoş müziğe kapılıp, kendi küçük dünyanıza yönelmeniz gibi naif hissettiren bir film.

Zaman zaman kalbinizin kırıldığı o andaki umutsuzluk, bazen de anlamlandıramadığınız kadar yüksek bir enerji duymak, bazen de sadece vasat bir hayat sürmek. Noah Baumbach'ın kendi 27 yaş bunalımından esinlerek öyküsünü oluşturduğu Frances Ha, New York'ta yalnız başına ayakta kalmaya çalışan genç bir kadının hikâyesine odaklanıyor.


Filmde, "Ah Frances bu işte vahşi dünya" diye seslenebilir ya da filmin gerçekliğine sert şekilde vurulabilirsiniz. İkisi de kabulüm.  Bana sorarsanız bu filmle ilgili tam olarak ne hissettiğimi anlatamam. Rahatsız edici bir gerçeklik, ilgi çekici kamera hareketleri, rolünü benimsemiş bir başrol kadın oyuncu...

Frances Ha'nın olgunlamamış sevimliliği -kimine göre bu durum itice de gelebilir, sürekli mutlu hali insanları rahatsız edebilir ki filmde de etti-, çocuksu duygu durum bozuklukları.

Noah Baumbach'ın temeline oturttuğu takıntılı arkadaşlık, entelektüel birliktelikler, erken yetişkinlik üzerine yaptığı incelemeler güncel bir tartışmayı da iyi bir sinema anlatısıyla destekliyor. Beyazperdeye girdiği 2012 yılının en güçlü filmlerindendi kuşkusuz.


Frances Ha, sınırlarda yaşayan genç New Yorklularla ilgili olsa da, mevcut ekonomik durum veya gençlerin içinde bulunduğu kötü durum hakkında bir yorumda bulunmayı arzulamıyor. Film sorumluluk düzeyi toplum normalarının altında kalmış nitelikli insanlarla ilgileniyor. Kusurlu ama yetenekli karakterler.

Frances Ha'yı Woody Allen filmlerine benzetmek ya da kıyaslamak tam bir haksızlık bana kalırsa. Siyah-Beyaz renk kullanımı, 80'lerin ritimlerini hatırlatan müzik seçimleri, Greta Gerwig'in harika oyunculuğu Frances Ha'yı benzersiz bir film yapan özelliklerden. Bu yüzden Woody Allen'ın gerçeküstü mizahıyla Frances Ha'yı eşleştirmek Noah Baumbahc'ın da zekasına ve kalemine haksızlık olur.

Son olarak tatlı bir sanat eseri izlemek isterseniz ve hayattaki seçimlerinizi sorgulama ihtiyacı hissediyorsanız Frances Ha sizin onu keşfetmenizi bekliyor.

25 Ekim 2020 Pazar

Yüklerin En Değerlisi

Fransız edebiyatının yetiştirdiği önemli isimlerden Jean Claude Grumberg'in büyülü bir masal olarak kaleme aldığı Yüklerin En Değerlisi, II. Dünya Savaşı'nda Holokost gerçeğiyle okuyucu yüzleştiren bir kitap.  

Açlığın, yoksulluğun tüm bunlara nazaran Allah'ın kuluna bela okurmuşçasına soğuklar verdiği bir ormanda yaşayan, düş kırıklıklarıyla sabahtan akşama ormanı arşınlayarak geçimlerini sağlamaya çalışan bir karı kocanın hikâyesine şahitlik ediyoruz.

Üslubunun akıcılığı Norveç'in üst yaşam standartları gibi. En başta söyleyeceğimizi en sonda söyleyelim:

Gerçek hayattaki gibi hikâyelerde de var olmayı hak eden tek şey: Sevgi, çocuklara, kendi çocukların kadar başkalarının çocuklarına da adanan sevgi. Sevgi, var olan ve var olmayan her şeye rağmen hayatın devam etmesini sağlayan sevgi.

24 Ekim 2020 Cumartesi

Flaneur #10

* Merhaba

*  “Ölümcül bir virüsle enfekte olunarak sağlanan sürü bağışıklığı bir halk sağlığı planı değil kitlesel ölümdür.”

Diyar-ı küfrü gezdim beldeler, kâşaneler gördüm;
  Dolaştım mülkü İslamı bütün viraneler gördüm...

  Selam olsun Ziya Paşa'ya...

* Darwin; türlerin devrimcisi. İnsanoğlu’nu merkeze koyan düşünceyi yıkan post anglikan. “İnsan hayvandan farklı ya da üstün değildir” diyecek kadar güçlü kişilik. 

* Psikanalizin babası Freud’un 1930 baharında çıkardığı Uygarlık ve Hoşnutsuzlukları kitabındaki türcü ifadelerden rahatsız olduğumu belirtmeliyim. Dönemin şartlarını düşünürsek Freud’un “uygar” insan tanımında kast edilenin, beyaz, batılı, Avrupalı erkek olarak tasarlandığını anlayıp hoş görebiliriz. Ancak 21. yüzyıl çerçevesinden bakıldığında amatör müellifler dahi Freud’a söz söyleme hakkını kendi bulabiliyor. Hülasa; kitaba yakın durmanızı öneririm.


* "Bir gece Soren Kierkegaard’ı bitirmek için sabah 6’ya kadar uğraştığımı" söylediğim arkadaşım bana, “Bunun için sana teşekkür etmeli” demişti.


* Aynı arkadaşımın - Mimar Sinan Sosyoloji mezunu- Kierkegaard okumak paraşütle atlamak gibi geliyor bana. Hep istediğim ancak hiçbir zaman cesaret edemeyeceğim bir durum gibi” demişliği de vardı.


* Türk sineması ıslak hamburger gibi; niteliği düşük ancak bağımlılık yapıcı potansiyeli var. İzleyici her seferinde Cheseeburger beklentisine girse de bol dandik mayonezli ıslak hamburgerin yeri her zaman ayrı olacak. *  Televizyon, Netflix, Amazon Prime, Apple Tv gibi iletişim araçlarının tek amacı daha fazla seçenek vermek.
“Her Türk asker doğar” sözü, 18’inci yüzyılda Fransız ve Prusya ekolünün öncülük ettiği “Her vatandaş asker, her asker vatandaş olmalıdır” anlayışına sahip devlet örgütlenmesinin ürünü olduğunu hatırlatalım. Konuyla ilgili, Annie Crepin’in çalışmaları ilgi çekicidir. * Türk ekonomisi siparişi ödememek için sürekli olarak yeni siparişler vermeye devam eden bir müşteri gibi. Günü kurtarayım da gerisi Allah Kerim!

27 Ağustos 2020 Perşembe

Duvar graffitisinden sinemaya; Hayat Seks Yoluyla Bulaşan Ölümcül Bir Hastalıktır

Polonya Sineması dendildiğinde Andrzej Wajda, Krzysztof Kieślowski akla gelen isimlerin başında gelir. Krzysztof Zanussi ise, modern sinemaseverlerden daha çok sinema öğrencilerinin tanıdığı bir isimdir Polonya sineması için.

Zanussi'nin yönetmenliğindeki filmler çağdaşlarından biraz farklı olarak anlatımı zorlayacı dramalara, entelektüel ve varoluşsal söylemlerle bağlantılıdır. Oldukça üretken bir yönetmen olan Zanussi, 1980'de Cannes'da Jüri Ödülü, 1984'te Venedik'te Altın Aslan'ı kazandığında 11 yıla 20 dramatik fim sığdırmıştı. 

Son filmini 2018 yılında çeken Polonyalı usta, 81 yaşında olmasına rağmen hâlâ kendisini film çekecek kadar zinde hissettiğini de söylüyor.

Bu yazının da konusu olan, Polonya'nın Sovyetlerden sonra -Post-Komünist devir- olarak adlandırdığı döneme ışık tutan, "Hayat Seks Yoluyla Bulaşan Ciddi Bir Hastalıktır", ölümle yüzleşirken manevi olarak sarsıntısını korumaya çalışan bir doktorun dramına odaklanıyor.

Filmin adının nereden geldiğine yönelik Zanussi, Varşova'da yürürken, sokakta bir duvara graffiti olarak bu sözün yazıldığını gördüğünü ve çok hoşuna giderek filminde bu cümleyi hiç kesmeden, kısaltmadan kullanmaya karar verdiğini belirtmiştir.

Filmde çağdaşlarının aksine kaotik anlatımdan kaçınan Zanussi, aşırı ve istismara açık dramdan da uzak durmuştur. Ancak zeki bir hikâye anlatıcısı olan Zanussi, zamansız gelen ölüm duygusunun karşısındaki endişeyi, masmavi gökyüzünün bir anda kapanması sonucu bünyede oluşan ruhsal tedirginlik ölçüsünde o kadar naif işlemişki, ölüm karşısında hayatın ne kadar anlamlı olduğunu da sorgulatabiliyor. 

Filmde yakalandığı ölümcül hastalıktan (konuşması son derece zor bir konu olan kanser hastalığı) daha zor olan, hayatın son günlerinden bahsetmektir. Asıl zor olan bu değil midir? Karakterin her geçen dakika ölüme yaklaştığını bildiği o anları bilmek, yaşamak o kadar zor ki!

Polonya Sineması'nın jönlerinden Zbigniew Zapasiewicz'in olağanüstü performansı ile seyirci olarak bizim de kendimizi sorgulamamızı bekliyor Zanussi. Filmin anlatımına paralel olarak, sağlık o kadar kıymetli bir hazineki, filmin tüm dakikaları, her günümüzü her dakikamızı dolu dolu geçirmemiz gerektiğine bizi zorluyor. 

Hülasa, ölümün merhametsiz kaçınılmazlığını hatırlatan, gerçek bir sinema filmi...

21 Temmuz 2020 Salı

Flaneur #9

* Merhaba

* Kuleli Askerî Lisesi'nin birinci sınıfının koridorlarında, takım subaylarının size ilk öğrettiği uykunun ne kadar önemli olduğudur. Çünkü her iyi bir askerin bulduğu ilk fırsatta yapması gereken uyumaktır. Zira askerlik mesleğinde uyku mefhumu belirsizdir. Aynı şekilde okulda aldığınız eğitimde de öyle. Bu güzel sükûnetten ne zaman ne kadar mahrum kalacağınızı bilemezsiniz. B12 vitamini gibi bünyenize depolayabildiğiniz kadar depolamanız gerekmektedir.

* Toplumsal yargılar ev işleri gibidir, hiçbir zaman bitmez.

* İnsanları cezalandırmak onları hiçbir zaman daha iyi biri haline getirmemiştir.

* Galibiyet zor olabilir ama hiç kimse yenilmez değildir. Sabah evden çıkarken karşıma çıkabilecek her türlü olumsuzluklara karşı kendimi bu cümleyle motive ediyorum. Winston Churchill'in monografisini okumakta oldukça iyi gelebilir. Roy Jenkins'in yazdığı monografiyi öneririm.

* Büyükannemin adı Mehcure'ydi. "Hicret eden göçmen" manasına geliyor. Balkan Harbi'nde göç yolunda doğduğu için büyük dedem bu ismi uygun görmüş ona. Eğer yazılı hatıratları olsaydı gerilerinde kim bilir neler öğrenecektim onlardan daha. Ruhları şad olsun.

* Hasan Ali Yücel, bana göre en unutulmaz Milli Eğitim Bakanı kendisi. Atatürk'ün bir İzmir gezisinde keşfettiği dahi kültür adamı, İsmet İnönü döneminde bakanlığın en tepesine konduruldu. Kısa zamanda çevresine topladığı adamlarla İtalyanca'dan, Fransızca'dan, Almanca'dan kültür hazinemizin zengileşmesine büyük yararlar sağlayacak çeviriler yaptırdı. Orhan Veli Kanık, Nurullah Ataç, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday hep onun kadrosundaydı.

* Flaneur bölümünü uzun süredir ihmal ettiğimin farkındayım. İş güç, akadem derken buralara pek vakit ayıramadım. Affedileceğim ama.

17 Temmuz 2020 Cuma

Billur Kuğu

Beyaz Rusya'nın (Belarus) ikonik yönetmeni Darya Zhuk'un yarı otobiyografik filmi Billur Kuğu, klişe anlamıyla Amerikan Rüyası hayaliyle genç bir kadının hayatını değiştirme arzusunda yaşadığı kaos dolu birkaç gününü anlatıyor.

Belarus'un 2019 yılı Oscar adaylığına da seçilen film, eski-yeni kuşak çatışmalarını da irdeliyor. Sovyet rejimininin çürümüşlüğünü soğuk renklerle anlatmayı tercih eden Zhuk, sosyolojik olarak da "açlıkten ölmemenin refah sayıldığı" toplumu eleştirel bir dil ile anlatıyor.

Kırsal-kentsel kesimin çatışmasını net ve rahatsız edici çizgilerle anlatan Zhuk, ataerkil toplumu, eril şiddeti gerçekçi şekilde yansıtıyor.

Sinematografik olarak renkli ama bir o kadar soğuk bir film Billur Kuğu. Kaçırmamanızı öneririm.

Oiktos

"Yunan Tuhaf Dalgası"nın yeni dönem temsilcilerinden Babis Makridis'in Sundance'ta yarışan filmi "Oiktos", mutsuzluğundan haz duyan, kaosa bağımlı, acınma ihtiyacı duyan orta sınıfı temsil eden bir adamın hikâyesine odaklanıyor.


Çocukluğunda sevgiye, şefkate muhtaç büyüyen bir kişilik görüyoruz karşımızda. Annenin olmadığı bir ailede baba-oğul ilişkisini dolaylı bir şekilde anlatmayı tercih eden Makridis, çocuğunun çok güzel piyano çalmasını kıskanan baş karakter babanın psikolojisini çok ustaca işliyor. 

Hayatındaki tek motivasyon kaynağı acı/trajedi olan baş karakterimizin tek isteği mutsuz olmak. Daha mutsuz olmak. Karısının meme kanserinden ölmesini istediği, çocuğunun başarılarından rahatasızlık duyması, çevresindeki tek avuntu kaynağının insanlara ona acıma duygusu olması ve Makridis'in görüntülerini ustalıkla yansıtması filmi çok üst seviyelere taşıyor. Gerçekten daha önce şahit olmadığınız bir senaryo izliyorsunuz.

İronik yaklaşımlı finaliyle hafızalara kazınacak bir film Oiktos. Son yılların en iyi kara komedi örneklerinden....

9 Mayıs 2020 Cumartesi

Post Sovyet Sineması örneği; Bir Rus Askeri

I. Dünya Savaşı'nda cephedeki Rus askerlerini, ün ve madalya hayallerinde olan basit bir köy çocuğu üzerinden anlatan "Bir Rus Askeri", yönetmen Alexander Zolotukhin'in kamerasıyla bambaşka ufuklar açacak cinsten.

Savaşa madalya alabilmek amacıyla katılan, savaşma azmiyle dolu olan Nazarka'nın hayatı henüz ilk çarpışmada görme yeteneğini kaybetmesiyle değişecektir. Filmde, bitik bir Rus ordunu çok iyi tasvir eden Zolotukhin'in eseri, sonraki yıllarda Rus sinemasına dönem filmi çekmek isteyen sinemacılara  örnek teşkil edecek...

Sakınan Göze Batanlar

Filmin çekildiği dönemi çok iyi tasvir ettiğini özellikle belirtmeliyiz. 1914 ile 1917 arası dönemde, Birinci Dünya Savaşı'na giren Rusya aslında büyük bir devrimin nüvesini taşıyordu. Savaşın getirdiği yüklerden dolayı Rus halkı yokluk çekiyordu. Köylünün, orta sınıfın, günlük çalışan amelinin tek bir isteği vardı; "Ekmek" ve "Barış" 

Filmin yoğun atmosferinden yaklaşan devrimin de kokusunu alabiliyoruz.

2 Mayıs 2020 Cumartesi

Hollywood'dan esinle Fransız soslu Kara Film; "Le Doulos"

Tür sinemasının ikonik yönetmeni, Jean Pierre Melville'in, Hollywood'dan esinlenerek meydana getirdiği "Le Doulos" (Unutulmazlar), yönetmenin filmografisindeki en etkileyici kara film seçkilerinden.
ABD'li yönetmen Quentin Tarantino'yu da en çok etkileyen isimlerden olan Melville, bu filminde bir soygun hikâyesini odağına alıyor.

Nicolas Hayer'in etkileyici sinematografisiyle göz dolduran film, sakınan göze batan etkisinde de gereksiz bazı sekanslar barındırıyor. (Belmondo'nun kadına şiddet gösterdiği sekasn birçok sinema eleştirmenince de gereksiz olarak kabul edildi)
İntikam, ihanet gibi tüm kara film klişelerini barındıran Unutulmazlar'ın açılış sekansı da unutulmayacak cinsten bir sinema dersi niteliğinde.

26 Nisan 2020 Pazar

Peeping Tom / Kadın Katili

"Ses çıkarmadan yürüyen bir adamdan hoşlanmam"

İngiliz yönetmen Michael Powell'ın kariyerini yok eden filmi Peeping Tom (Kadın Katili), röntgenciliği konu edinen sinemadaki korku/gerilim türünün ilk "Slasher" temsillerinden. 1960 yılında yayınlandığı Birleşik Krallık'ta uyandırdığı kamuoyu hassasiyetinden dolayı 5 gün sonra hükümet tarafından gösterimden kaldırılan film, günümüzde hâlâ sinemaya dair cesur sorgulamalarıyla güncelliğini koruyabiliyor.
Masum kadınları ve kurban olarak seçtiği seks işçilerinin ölümlerini, korku konulu belgeseline dahil etmek isteyen psikozlu bir kamera asistanı Mark Lewis'i odağına alarak anlatan film, sinemanın psikolojiden en çok beslendiği çocukluk travmalarını ön plana çıkarıyor.

Hülasa, genç bir sinemacının kadınların korkularının üzerinden ölümlerini belgeleme isteği üzerine kurulu Peeping Tom.

Lewis'in çocukluk travmalarının sonucu olarak yetişkinliğinde ortaya çıkan ölümcül intikam duygusunun sert bir şekilde aktarıldığı film, konusu ve sinematografisiyle 1970'lerdeki İtalyan "Slasher" sinemacıları da oldukça etkileyecekti.

Alfred Hitchcock'un Psycho'yla aynı yıl gösterime girdi. Peeping Tom'un ayırıcı özelliği gerilim türünden çok alt yapısının trajedi barındırmasıydı. 

Stanley Kubrick'in Otomatik Portakal'ının Pepping Tom'un yanında ilkokul üçüncü sınıf münazarası olarak kaldığını da hatırlatalım.

Sezar'ın Hakkı Sezar'a çok geç teslim edildi. Pepping Tom, yayınlandıktan tam 50 yıl sonra hak ettiği değeri gördü belki de. 2010 yılında İngiliz sinema otoritelerince son yüz yılın en tehlikeli 25 filmi içerisinde gösterildi.

2 Nisan 2020 Perşembe

A Cure for Welness; Zindan Adası göstergeli "Yaşam Kürü"

Halka, Meksikalı, The Lone Langer ve Karayip Korsanları filmiyle tanıdığımız Amerikan sinemasının yaratıcı yönetmenlerinden Gore Vervbinski'nin son filmi A Curw for Welness, İsviçre Alplerinin tepesindeki bir tedavi merkezinde saklı büyük bir sırrı odağına alıyor.

Etkiletici sinematografisiyle Martin Scorsese'nin Shutter Island'ını akla getiren filmde, A Clockwork Orange'ın sinir bozucu "göz" sekansı ile Yunanistan sinemasının son zamanlarda yetiştirdiği en önemli yönetmenlerinden Yorgos Lanthimos'un Dogtooth filmindeki rahatsız edici diş sekansını hatıra getiren "Diş" sahnesine benzer sahnelerin olduğu çekimler de  oldukça etkileyici.

I. Dünya Savaşı'nda Alman ordusunca hastane olarak kullanılan sanatoryumun etkileyici atmosferi Gore Verbinski'nin özenli görselliğiyle muazzam kareler izlettiriyor bize. Filmin çekildiği mekanlarda Adolf Hitler'in de cephede yaralandıktan sonra burada tedavi gördüğünü de hatırlatalım.
Almanya'nın Stutgart ilçesindeki Hohenzollern Kalesi, çekimler için 9 gün kapatıldı. Verbinski yoğun bir çalışma ile kaledeki tüm çekimleri 9 günde bitirmeyi başardı. Oyuncuların bu kadar hızlı çekim temposunda gösterdiği başarılı performans takdire şayan gerçekten. Hikâye her ne kadar İsviçre'de geçse de filmin tüm sahneleri Almanya'da çekildi.

Almanya'nın desteğinde çekilen filmin müzikleri için başta Hans Zimmer'dan söz alınsa da Christopher Nolan'ın araya girmesi ile ünlü besteci Dunkirk filmine odaklanması gerektiğini söyleyerek filmin müziklerini yapmaktan vazgeçti. 

Filmin klostrofobik atmosferine uygun müziklerin hepsi Benjamin Wallfisch'ın elinden çıkma.

Filmin afişinde de yer alan ve korku öğesi olarak kullanılan yılan balığı, Avrupa Yılan Balığı'dır ve türünün yok olma tehlikesi nedeniyle koruma altındadır. Sanatoryumda insanların boğazından vücutlarına zerk edilmesinin sebebi de, bu balıkların çok küçük bir ortamda dahi yıllarca yaşayabilme özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Ortaçağ gotik hikâyelerinde bu balıklar için yüzyıllarca ömür biçilmiştir.
Bu arada küçük bir bilgi daha verelim. Filmin esinlendiği baron hikâyesi 16. ve 17. yüzyılda İsviçre'deki gerçek hikâyelerden yola çıkılarak oluşturuldu.

Hülasa, filmi dikkatli izleyenler için final sekansında büyük bir sürpriz var....

3 Mart 2020 Salı

Alman ne çekse izlenir; Kreuzweg

2014 yılının Berlinale'sinin kırmızı halısında uzun boylu, boyuna müstesna incecik, çelimsiz bir yönetmen geçti. Bavyera'nın yemyeşil ovalarında yediği tereyağlı ekmek ile büyüyen babayiğit Almanların yanında Dietrich Brüggemann oldukça naif bir görünüme sahipti. Kimse onu tanımıyordu.

Her ne kadar yazmaya 2000'li yılların başında başlamış olsa da ona ününü katacak film Kreuzweg'ti.  Öncelikle festival bağımlılarını oldukça memnun edecek bir film Kreuzweg.

14 sekans dahilinde ve her bir sekansın tek planda çekildiği film, koyu katolik ailede yetiştirilen (köktendinci demek daha doğru) 14 yaşındaki Maria'nın İsa'nın 14 acısı üzerindeki hikâyesine odaklanıyor.

20 dakika süren ilk sahne, kimi izleyiciyi yorabilecek olsa da oyuncuların şahane performansıyla hızlıca akıyor.

Brüggemann'ın en temel kaygısı da farklı tüm teolojilerin fanatik/radikal olgular haline geldiklerinde ne kadar tehlikeli olabildiklerini göstermek istemesi. Filmin Hristiyanlık üzerine yoğun sembolik göndermeleri biraz yorsa da, üç büyük dinin, doğrusu beşeriyetin bildiği tüm dinlerin birbirleriyle nasıl ortak yönleri olduğunu fark ettirmesi. Ayrıca yoğun bir Katolik inancı eleştirisi olduğunu da belirtelim.

28 Şubat 2020 Cuma

Yenilikçi bilim kurgunun kült örneği; Ex Machina

Birleşik Krallık'ın çok yönlü yönetmenlerinden Alex Garland'ın hem senaryosunu yazıp hem de kamera arkasına geçtiği Ex Machina, bilim kurgu alanının en çok ilgilelenmeyi sevdiği "yapay zeka" üzerine kurulu.

Google kurucularından Larry Page'den esinlenerek oluşturulan Nathan (Oscar Isaac) karakterinin baş  amacı bir robot yapmak ve bu robota karakter vermektir. Ava adını verdiği bu robotu test etmesi için de çalışanı Caleb'ı (Domnhall Glesson) görevlendirir.

Filmle ilgili söylenecek en olumlu eleştirilerden biri "yenilikçi" ve az tahmin edilebilen senaryosuyla alanının kült filmleri arasında rahatlıkla yer alabilir.
Garland'ın filmi,  Sovyet yönetmen Andrei Tarkovsky'nin Stalker, yine aynı yağmurun altında büyüdüğü Stanley Kubrick'in 2001:Space Odeyssey ile Gladiator filmiyle sinemaya yeniden savaş filmleri akımını geri getiren Ridleyy Scott'ın Blade Runner filmlerinden dersler çıkarıp, iyice analiz edildiğini gösteren zekâ barındırıyor.

Filmle ilgili benim diğer beğendiğim detaylar, özellikle ABD'de Trump'ın kazandığı başkanlık seçimleriyle gündeme gelen, arama motorlarının kullanıcılarının bilgilerini manipüle etmesine yönelik meselelere parmak basması, filmi biraz daha ileri boyuta taşımayı başarıyor.

Hülasa, üzerinden yıllar geçse de -her ne kadar bu tanımlamayı sevmesem de- sinefillerin 2010'lar dünyasından bilimkurgu alanında akılda kalacak yapımlardan.

26 Şubat 2020 Çarşamba

Flaneur #8

* Merhaba

* Gücü elinde tutan erk/oligark bireyin özgürlüğünü kısıtlamak için yapar hamlesini hep. En çok korktuğu da düşüncedir. Bireyin fikirlerini söylemesi, silahlı eylemden daha çok ürkütür onu. Eğer sen iktidarın biçtiği yaşam formundan bir an dışarı çıkarsan "öteki kimlik" olursun. Jean Paul Sartre'a ait bir sözü hatırlatalım: Kendi özgürlüğümüzü hissettiğimiz oranda başkasının özgürlüğüne saygı duyarız.

* Savaşlar, annelerin oğullarını ulusa feda etmesidir. Savaşta ölen sadece oğullar/kadınlar değil, anneleri de diri diri gömeriz o toprağa.

Sakarya Meydan Muharebesi saha araştırmacılarından Doktor Selim Erdoğan tarafından hazırlanan "Sakarya: Türk Bitti Demeden Bitmez" kitabı, bu alandaki en uzman ve geniş perspektifli çalışmalardandır. ATASE'den sonra önemli olabilecek kaynakça niteliğindedir. Kronik Kitap etiketiyle çıkan bu çalışmaya mutlaka yakın durun!
* Millî Mücadele'nin 100. yılını umarım coşkuyla kutlayabiliriz. Halen üzerinde yaşadığımız, aidiyet kimliğimizi oluşturan ülkemizin kuruluş mücadelesinin verildiği İstiklal Harbi, manevi duyguların, kişisel fedakarlıkların yanında, Osmanlı Genelkurmayı'nın yetiştirdiği kurmay subayların teknik bilgi düzeylerinin, stratejik akıllarını kullanma becerilerinin en iyi şekilde sahaya yansımasıdır. On Yıllık Harp'in yorgunu Türk milleti, tüm yoksulluğa, çaresizliğe rağmen canını dişine takmış, sahip olduğu donanım ve binlerce yıllık birikiminden aldığı güçle mücadeleden zaferle çıkabilmiştir.

* Hikâyelerimizi anlamlandırmak için uzun yollara çıkma gereği hissederiz. David Lynch'in Kayıp Otobanı'nı bir de bu gözle izlemeni tavsiye ederim.

David Lynch- Kayıp Otoban
* Konuşurken konudan konuya atlayan, beş dakikalık mevzuyu elli dakikada anlatmaya çalışan, cümlelerini gereksiz ayrıntılarla boğan beşeri mahlukat, karşındakini sıktığını fark etmelisin. Sen konuştukça bana daral geliyor, bıkkınlık örtüsü kaplıyor üstümü.

* Bu tiplerin (konudan konuya atlayan) genel bir özelliği de konuşurken kendisinden bahsetmeyi sevmesidir. Sizin bir selam vermeniz karşılığında kendi gündelik rutinini anlatması içten bile değildir. Öyleki gününün olumsuz başladığını anlatması için önüne getirilen kahvenin lezzetsiz olması yeterlidir. Kahveyi getiren garsonun sunumundan, hal ve tavrından rahatsız olmasından, kahve çekirdeğinin çekilme derecesine kadar detaya iner. Eleştiriri de eleştirir. En doğrusunu onlar bilir arkadaşlar. Hülasa içtiği kahvenin lezzetli/lezzetsiz olmasından ziyade gün içerisinde konuşacak insan bulamadığı için sizi 50 dakika kitlemesi bundandır aslında.

* Bu çok ve boş konuşan beşeri mahlukatın vakti boldur, insan ilişkileri zayıf, empatiden yoksundur.

* Toplumsal Fay Hatları. Hastası olduğum kelimelerden biri ama iyi anlamda değil. Nedim Şener çok kullanıyor bu lafı. Türk toplumunu anlatmak için yapılan kötü teşbihlerden.

* Şevket Süreyya Aydemir'in Suyu Arayan Adam kitabı, özellikle Anadolu insanı üzerine gerçekçi tespitlere yer veriyor. Aydemir'in betimlemeleri, otobiyografi yanında muazzam bir roman tadında. Ancak kitabı okurken Aydemir'in içten içte "Millî Mücadele'ye katılmadım ama bunları bunları yapmak için. Büyük Turan hayaliyle ben kendi Millî Mücadelemi Turan'da verdim. Sonrası zaten Komünist Parti ve Rusya" minvalindeki günah çıkarmaları biraz eğreti durdu. Aydemir, hep kendisini haklı çıkarma çabasında gibi geldi bana. Elbette Aydemir'i yargılamak bana düşmez, zaten Suyu Arayan Adam bir otobiyografiden çok vicdan muhasebesi.

* Corona ya da diğer adıyla Wuhan virüsüyle ilgili kafamı kurcaklayan birkaç soru var. Dünya Sağlık Örgütü'nün verilerine göre (25 Şubat 2020 Tarihli) 72 bin 314 kişide vaka kesin olarak tespit edilmiş. 38 bin 680 vaka (yüzde 87), 30-80 yaş arasında. Hastaların yüzde 81'inde grip hafif şekilde seyrederken, yüzde 5'inde riskli durumda. Ölüm oranı yüzde 2.3 yani 44 bin 672 vakada 1023 kişi hayatını kaybetmiş. Virüs İran'da 19 kişinin ölümüne neden olarak kapımıza kadar dayandı. Dolayısıyla herkes biraz endişeli. Benim merak ettiğim, ölen kişilerin yaşları ve hastalık öyküleriyle ilgili neden bir açıklama yok. Yani bunları bilmemiz biraz olsun insanın içini rahatlatacağını düşünüyorum zira normal bir gripten ölüm oranı hâlâ Corona virüsünün ölüm oranından yüksek.

* Virüsle ilgili yaşlılar, çocuklar ve kronik hastalığı olanların risk altında olduğu belirtiliyor. Korunmak için sık sık el yıkamak, vücut direncini yüksek tutmak ve Sağlık Bakanlığı'nın altta paylaştığım önerilerine azami önem göstermek gerekiyor.



18 Şubat 2020 Salı

Takıntılı bir film; A Clockwork Orange


Stanley Kubrick'in Anthony Burgess'in Türkçeye Otomatik Portakal adıyla çevrilen eserinden uyarladığı film, ilaçlı sütle kafayı bulup efkâr-ı umumiyenin huzurunu kaçıran Alex Delarge'ın önderliğindeki çetenin şiddet dolu öyküsünü anlatıyor.

Film, bilinmeyen bir zamanın Londra'sında geçer. Filmin giriş sekansı, gülünç ama aynı zamanda ürkütücü motiflerle dizayn edilmiş çete üyelerinin, "eğlenceleri"ne şiddet katmak amacıyla planlarını yapmak üzere sürreal "Korova" barıyla başlar. Karakterler, "Ultra kaba"dır. Bunun nedeni de synthemesc, drencrom adlı sentetik maddelerinden oluşan sütten kaynaklıdır.

Çetenin uyguladığı şiddet hep zayıflara yöneliktir. Yaşlı ve zengin bir yazarın evine girip adamı döverler, karısını bağlayarak son derece rahatsız bir sekansla (seyirciyi oldukça rahatsız edici bir sahne) adamın gözü önünde karısına tecavüz ederler. Kubrick, ısrarla bu sekansı bize göstermiştir. Aklına estiği gibi davranan çetenin şiddet boyutu filmin ilk dakikasından itibaren temposu artarak devam eder.

Çetenin kendilerine verdikleri isim de vardır: "Droog" 

Kubrick'in filmde yarattığı atmosfer, Birleşik Krallık yönetimince oldukça sert tepkiye neden oldu. Filmin gösterilmesi 25 yıl boyunca yasaktı. Zira filmde sağlıklı, huzurlu diyebileceğimiz hiçbir şey yok. Tüm sekanslar son derece rahatsız edici.

Kubrick'in en rahatsız edici filminde, seyirciye kaçacak alan bırakılmıyor. Sahneleri izlemek oldukça zor. 1970'lerin atmosferini ve sinemaya muhafazakâr bakışın etkin olduğu dönemde Kubrick oldukça cesurca anlatmayı seçiyor hikâyeyi.

Kubrick, filmle dünyanın şiddete teslim olduğunu ve insanların bu şiddette büyük payı olduğunu söylemek istemektedir. Dünya kaosa teslim olmuştur. Bu kaos da insanın ilk atasından beri genlerindeki kodlu şiddet dürtüsünden kaynaklanmaktadır.

Filmdeki tecavüz sahneleri şiddetin nedensiz biçimsiz hali gibidir. Seyircide rahatsızlık verici bir itki oluşur. İster istemez bize bu sahneleri izlettiği için Kubrick'i sorgulamaya başlar. Bu şiddet ritüeli bir an önce bitsin ister.

* Bu yazıda Veysel Atayman'ın Şiddetin Mitolojisi (İthaki Yayınları, 2019, İstanbul) kitabından yararlanılmıştır.

11 Şubat 2020 Salı

Bir Soğuk Savaş Anatomisi; Das Leben der Anderen

İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya'nın başkentinin İngiltere, ABD ve Sovyet ordularınca işgal edilerek dört parçaya bölünmesi ve akabinde gelişen Soğuk Savaş'ta iki kutuplu dünyanın en sert ve kanlı çekişmelerinin yaşandığı şehir haline gelmesi, Berlin halkının ağır trajediler yaşamasına neden oldu. Batı/Doğu şeklinde iki farklı ideoloji/güç tarafından yönetilen şehirin bu potansiyelini nimet olarak en çok sinema sektörü kullandı.

Berlin'in kendine has o karanlık atmosferi beyaz perdede seyircilerin hep ilgi duyduğu bir platform oldu. Çocukluğunu Doğu Almanya'nın başkenti Bonn'da geçiren (Köln'e bağlı) Florian Henckel von Donnersmarck istihbarat savaşlarının merkezinde yaşamış bir isim. Daha sonradan babasının işi sebebiyle pekçok şehirde yaşamış. (Brüksel, New York, ST. Petersburg) Babasından ve aile bireylerinden de çok fazla istihbarat öyküsü duymuş olması muhtemel, zira babasının ne iş yaptığıyla ilgili hiçbir zaman renk vermemiş. Belki de istihbarat personeliydi babası, öyküyü de bu çerçevede oluşturmuş olabilir.

Das Leben der Anderen'in hem senaryosunu yazıp hem de yönetmen koltuğunda Donnersmarck. İsminde "von" kökeninden aristokrat bir aileden geldiğini de hatırlatalım.



Donnersmarck, her ne kadar birçok farklı şehirlerde yaşamış olsa da Alman kültüründen özellikle de Soğuk Savaş döneminin politik ikliminden oldukça etkilenen bir isim. Yazının da başlığını taşıyan ve ilk uzun metrajlı filmi Das Leben der Anderen de Berlin'in bu bahsettiğimiz politik atmosferiyle yoğrulan bir film.

Donnersmarck, filmin hazırlık sürecinde Ministerium für Staatssicherheit ile (Türkçe bilinen ismiyle Stasi) Doğu Almanya Devlet Güvenlik Bakanlığı arşivlerine girerek dönemle ilgili birçok belgeyi fotoğraflama ve görme imkanını bulabilmiş. Welt'e verdiği röportajda milyonlarca belgenin olduğu arşivde araştırma yapmanın bunaltıcı etkisinden bahsederek, senaryosunu oluştururken meydana gelecek olan özgünlüğün heyecanın tatmin edilemez olduğunu da belirtmiş.

Türkçeye Başkalarının Hayatı olarak çevrilen film, "Die Blechtrommel", "Das Boot", "Schtonk", "Afrika'nın Hiçbir Yerinde", "Der Untergang", "Sophie Scholl" gibi Alman yapımlarıyla benzer şekilde Oscar'a aday gösterildi ve "Yabancı Dilde En İyi Film" dalında Akademi heykelciğini kazandı.

Donnersmarck, film için hayatının 8 yılını vermiş. Hatta bazı büyük firmaların, büyük paralar önererek filmi komedi olarak çekmesi yönünde tekliflerde bulunsa da yönetmen, bunu katı şekilde redderek, bir dönem 300 bin kişinin çalıştığı Stasi istihbarat biriminin politik gerilim atmosferde seyirciye aktarılmasını daha doğru bulmuş.

Das Leben der Anderen, grafiği yükselen Alman sinemasının en özgün örneklerinden. Soluksuz olarak izlenebilecek çağın önemli filmlerinden.

Pusher Trilogy

Danimarka'nın Dogma 95  kuşağının auter yönetmenlerinden Nicolas Winding Refn'in, alametifarikası Pusher Trilogy, 35 mm tekniği, hareketli, dinamik omuzda taşınan kamera planları, karakterlerin gündelik hayatlarını göstermenin yanında köşeye sıkışan bir insanın dibi görmemek için neleri zorlayabileceğine odaklanıyor. Aynı zamanda sürpriz finalleriyle de izleyeyici şaşırtan yapısıyla suratlarda hem biraz hüzün hem de tatlı sırıtış bırakabiliyor.

Sinema eğitimini Birleşik Devletler'de gördükten sonra ülkesine dönen Refn, büyüdüğü sokaklardaki torbacıların hayatlarından etkilenerek öyküsünü oluşturduğu Pusher filminin ilkindeki Frank karakterine kendinden de bir şeyler eklemeyi ihmal etmemiş.

Frank'in Kopenhag'ın en belalı mafya babasına borcunu ödemek için çabalamasının yanında film izlemeyi ihmal etmemesi, gündelik yaşamın akışına bir şekilde ayak uydurmaya çalışması beyazperdeye o kadar iyi aktarılmışki, tüm bu detaylar Refn'nin sinematografisinin ne kadar gelecek vaat ettiğinin en bariz göstergelerinden.

İyi öykü anlatıcısı olan Refn, Pusher'da "torbacı" olarak tabir edilen alt düzeyli serserileri odağına alan filminde şiddeti ön plana çıkarıyor. Pusher serisinde, Refn'in Drive, Neon Demon, Cennetin Kapısında, Bronson gibi filmlerinden farklı olarak "geleneksel" yan ortaya çıkıyor.

Refn'in şiddete yönelik estetik bakışı, sınır ihlalleri yapan, kural tanımaz karakterlerinin hayatlarında neden hiçbir şeyin yolunda gitmediğinin birer göstergesidir. Frank'in (Kim Bodnia) başına gelenleri sorgulamayız çünkü belayı kendisine çağırtmaktadır.

Frank'in film boyunca çevresine yaklaşımı, aylarca aramadığı annesinin son parasını dahi alması ve annesinin ona sarılmak istemesini omuz silkerek reddetmesi, onun insan olma iddiasını bize sorgulatır.

Finalde Vic'in Frank'e yaptığı ve Frank'in arabanın arkasındaki çaresiz o son bakışı seyirciye bir nevi "Katharsis" duygusunu yaşatır. Çünkü Frank'in Vic'e yönelik tavırları seyiricideki itki duygusunu geliştirmiştir. Frank başına gelebilecek her şeyi hak etmiştir. Son sahne ile Refn, hem seyirciyle barışır hem de onu rahatlatır. 

Pusher, Danimarka sinemasının yerel dilde (Danca) çekilmiş ilk suç filmi. Lars von Trier, Thomas Vinterberg, Anders Thomas Jensen, Ole Christian Madsen ile aynı ekolden gelen Nicolas Winding Refn'in ve Danimarka sinemasının "altın çağı"na canlı şahit ediyor olmanın mutluluğu ile bu yazdığım tüm yönetmenlerin filmlerine yakın durmanızı tavsiye ederim.

10 Şubat 2020 Pazartesi

Americana film kültürü

Birleşik Devletler sinemasıyla ilgili hepimizin dikkatini çeken, hafızamızda belirli ölçüde yer eden bazı sahneler vardır. Donut yiyip ve kahve içen polisler akla ilk gelen örneklerdendir. Ya da bazı filmlerde kutlanan Şükran Günü. İşte tüm bu öğeler Americana kültürü temsil etmektedir.

American Way denilen, Amerikan yaşam tarzını satan her sahne Americana kültürüne girebilir. Örnek yaşam durumlarının anlatıldığı tüm sekanslar, Amerikan bayrağının kapısında mutlaka asılı durduğu kırmızı tuğla evler, bahçe çitleri, ailecek oturulan ve dua ile yemeğe başlanan sofralar. Tüm bu görüntüleri içeren filmler Americana yaşamını idealize edip, görsel sanatlar yoluyla seyiricinin hafızana taşıma amacı taşır.

Bunun en güzel örneklerini David Lynch'in de Blue Velvet filminde görebilirsin. Bu gözle bir kez daha izlemeni öneririm.

21 Ocak 2020 Salı

Balkan Harbi ve Ölüm

Kumanova muharebesinde Türk kuvvetlerinden ele geçirilen topları şehir merkezindeki kilise önünde sergileyen Sırp kuvvetleri

Balkan Harbi'nde ailesi Makedonya'nın Kumanova kasabasında göçmek zorunda kalmış bir  Türk olarak, aile büyüklerimden çok acıklı hikâyeler işittim. Büyük dedem Kumanova muharebesinde ordunun ricatı esnasında kaybolmuş. Akıbetiyle ilgili hiçbir bilgimiz yok. Mezarı nerede, açlıktan mı ya da bir Sırp'ın, Arnavut'un kurşunuyla mı öldü bilmiyoruz.

Göç eden aile efradı geniş olduğu, tek vücut kalabilmeyi başarabildiği için Manastır'da arta kalan Türk ordusuna erişerek fazla zayiat vermeden bir şekilde Edirne'ye kadar dönebilmişler.

Dedemin kendi çocukluğunda Balkan Harbi'nde yaşanan sıkıntılarla ilgili çok fazla anısı var, benim de kulağımda kalan ve hafızama kazınan şu cümlesi olmuştu. "Babamın yaşadığı en büyük felaket Balkan Harbi'ydi. Ölmenin o zamanlarda bize felaket değil bir saadet getireceğini düşünürdüm".

Her Trakya çocuğunun ailesinin böyle hazin dolu anıları vardır. Ölümle ilgili birkaç kelam edecekken aklıma dedemin anlattıklarından sadece bir anı geldi. Vaktimiz olursa yine değineceğim. Balkan Harbi gerçekten yaşadığımız en büyük felaketlerden biriydi...

17 Ocak 2020 Cuma

Summer

Birleşik Krallık kültürüyle, devlet yönetimiyle, çayıyla, monarşik adabıyla, müziğiyle, edebiyatıyla, futboluyla, barlarıyla ve tabi sinemasıyla hep ilgi çeken bir efkar-ı umumiye.

Kenneth Glenaan da bana kalırsa Birleşik Krallık sinemasının perde arkasında kalan yönetmenlerinden. 2008 yapımı Summer'ı da yönetmenin belki de en iyi filmlerinden.

Pişmanlık-arkadaşlık mefhumu üzerine kurulmuş filmin görüntü yönetmeni Tony Slater-Ling'in kadrajları, Glenaan'nın Ken Loach esintili sinematografisiyle ortaya çok güzel bir seyirlik çıkıyor.

Robert Carlyle'ı da her zamanki gibi filmi sırtlıyor.