25 Aralık 2017 Pazartesi

Mindhunter


Charlize Threon ve Seven referanslı David Fincher'ın üstlendiği Mindhunter, ABD'nin en psikopat katilleriyle görüşen FBI ajanı Holden Ford'un gerçek hayat hikâyesini odağına alıyor. Mindhunter'ı aslında benzer yapımlardan ve kendi rakiplerinden ayıran özelliği, seçtiği konuyu akademik bir dil ile anlatıyor olması. Nedir bundan kasıt; dizide kesme, biçme, kan, vahşet gibi izleyiciyi rahatsız edecek hiçbir öge yok. Ama dizi öylesine güzel kurgulanıp konusunu öyle güzel anlatıyor ki, sadece diyaloglardan dahi ürkebiliyoruz. İşte burada da projedeki David Fincher'ın dokunuşunu anlayabiliyoruz.

Dizi 10 bölümlük bir seyir. Netflix'in özel içeriği olan Mindhunter, ilk sezonun yayınlanmasından kısa bir süre sonra 2'nci sezon onayının aldığı açıklandı.

Gerçek hikâyelerin anlatıldı bir kitap uyarlaması

Mindhunter, eski FBI personeli Mark Olshaker ve John E. Douglas tarafından kaleme alınana Mindhunter: Inside FBI's Elite Serial Crime Unit kitabının uyarlaması. Dönem dizisi olan Mindhunter'ın başrollerinde ilk ciddi yapımında harikalar yaratan Jonathan Groff ile Holt McCallany'ni yer alıyor.
Dizi, temelde 'seri katil' deyiminin nasıl ortaya çıktığını irdeliyor.

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Mindhunter'da kan, vahşet yok. Dizi daha çok insan psikolojisi üzerinde duruyor. Suçlu profilleri didik didik inceleniyor. Sıradan insanların nasıl katil olabildikleri psikolojik okumalarla anlatılıyor.

Elemanlarımızın (Ajan Holden Ford ve Ajan Bill Tench) katillerle yaptıkları sorguların kayıtlarını bir gazeteci titizliğinde kayda almaları da yine o döneme ilişkin ilklerden.

Yazıyı finale erdirirsek; Mindhunter klasik polisiye anlatısından farklı olarak psikopatların (seri katil) psikolojisine ve alt benliğine odaklanarak, insanın doğasında olan 'vahşiliğin' nasıl ortaya çıktığını irdeleyen bir yapım.

1990'larda The Silence of The Lambs (Kuzuların Sessizliği) sinemaya polisiye türünde bir devrim yaratmıştı. Mindhunter da bayrağı 21. yüzyılın ilk çeyreğinde devralan yapım olacak gibi...

9 Aralık 2017 Cumartesi

Kudüs

"Kudüs önemli bir mevzu. Soğukkanlı olun, gösteri yapan yine yapsın. Küdüs bizim elimizden çıktı çıkalı hiç huzur olmadı. 1947'de Kudüs'ün sur içi alınamadı. Şehrin dışındaydılar ve orada kaldılar. Ama 1967 cenginden sonra içeri girdiler. Başladılar sonra etrafını örmeye. İsrail daha sonra Kudüs bizim ebedi başkentimiz diye bir kanun çıkardı. Bu kanunu dünya tanımadı. Şimdi Trump denen bir herif çıktı. Anlaşılan ortalığı karıştırmak istiyor. Buna Avrupa da İslam Ülkeleri gibi karşı çıkıyor. Bu Trump oldukça lokal düşünen, büyük hırsları olan birisi. Çılgın biri ve yakın zamanda da gidecektir. Kudüs meselesi kritik bir sorun, milletlerarası gösterilerle çözülmez. Bunun arkasından başka şeylerde gelebilir. Yahudiler bu konuda ısrar edebilir"

                                                          Prof. Dr. İlber Ortaylı - 9 Aralık 2017  / Osmaniye



6 Aralık 2017 Çarşamba

Ayla

En sonda söyleyeceğimizi en başta söyleyelim, Türkiye'nin Oscar aday adayı Ayla, Türk sinema tarihinin 'iyi' filmleri arasında her zaman yer alacak ancak Oscar adayı olabilecek bir film değil.

Ayla, konusunu Kore Savaşı'nda astsubay Süleyman Dilbirliği ile 'Ayla' adını verdiği Koreli bir kız çocuğunun gerçek hikâyeli temele dayandırmasıyla güçlü bir film olacağının sinyalini verse de filmi izledikten sonra iyi hikâyenin ne yazık ki 'güzel' sunulamadığı izlenimine kapılıyoruz. Senarist Yiğit Güralp elindeki hammaddeyi daha iyi değerlendirebilirdi. Ancak tüm eksikliklerine rağmen Ayla, hakkındaki övgüleri hak eden bir yapım.

Yazının girişinde de belirtiğimiz gibi, Ayla'nın neden 'iyi' film olarak hatırlanacağı konusundan başlayalım.  Recep İvedik, Düğün Dernek gibi 6 milyonluk seyirci hasılatıyla Türk sinemasında en çok izlenen film olma becerisini gösteren 'ucuz komediler'in yanında 'Ayla', sinemamız için bir can suyu.

Ayla, Qentin Tarantino'nun deyimiyle, 'sömürü' yani seyirci ve gişe kaygısı güden bir film. (Olumsuz özellik olarak söylemiyorum bunu)  Konuyu Hollywood benzeri hikâyeleştirerek anlatma çabası, senaryonun dağınıklılığı, Marilyn Monroe gibi olmayan gerçekliğin filme yedirilmesi, (Monroe filmde anlatılan 1951 senesinden 3 yıl sonra 1954'te Kore'ye gelmişti) gibi unsurlar göze batsa da takbih etmekten ziyade bu tür yapımların çoğalması için Türk sinemasına destek verilmeli.

Kalandar Soğuğu, Kış Uykusu kadar sanat kaygısı taşımayan Ayla'yı Yılmaz Erdoğan'ın Kelebeğin Rüyası, dram türünde de Çağan Irmak'ın Babam ve Oğlum'u ile kıyas edebiliriz.

Ayla'yı filmin senaristi Yiğit Güralp ile film ekibi arasında yaşanan tartışmalara girmeden değerlendirmek istiyorum. Zira işin o kısmı bu yazının konusu değil. ( Eğer talep olursa başka bir yazıda da Ayla'nın set arkasında neler yaşandığını yazarız) Ancak Güralp'e yapılan (filmin açılış jeneriğinde isminin yazmaması büyük bir acizlik göstergesi) kabul edilebilir bir davranış değil.
Ayla'nın eleştirdiğimiz kısmı olan senaryosuna gelirsek, filmdeki karakterlerin altı yeterince doldurulamamış. Örneğin İskenderun limanında başlayan Kore yolculuğu çok hızlı geçiliyor. Karakterler arasındaki diyaloglar havada kalıyor.  Murat Yıldırım'ın karaktere büründüğü Komünist Üsteğmen Mesut ile daha bir milliyetçi Astsubay Ali ( Ali Atay) arasında yaşanan diyalogların altı daha iyi doldurulabilirdi. Zira o dönem Türk Silahlı Kuvvetleri'nde hâkim olan bir Prusya modeli vardı. Bu da temel olarak Türk milliyetçiliğini kapsıyordu. Yani, o dönemki komuta kademesinden en alt rütbedeki ere kadar askerler milliyetçiydi. Ordudaki komünist düşünceli subaylar azınlıktaydı. ( 1946'daki Sovyetler ile Türkiye arasında yaşanan Boğazlar ve Kars hadiseleri bu tavrın alınmasında etkiliydi) Böylesine derin bir konuya adım atılmışken biraz daha detaylara inilebilirdi.  Velhasıl Üsteğmen Mesut ile Astsubay Ali'nin arasındaki diyaloglar, "Bugün git, yarın gel" havasında ve oldukça sadeydi. (Yiğit Güralp keşke o döneme ilişkin hatıratlara ve yazılmış kitaplara bakabilseydi)
Filmde eleştirilmesi gereken bir diğer konu da yeterli ve nitelikli bir tarih danışmanının olmaması. Zira dönemle ilgili çok kıymetli araştırmalar yapan tarihçilerimiz mevcut. Bazı sinema eleştirmenlerince film salt 'sevgi'ye indirgenmişti. Evet Ayla, bir 'sevgi' filmi. Merkezine çocuğu alan bir dram-savaş filmi. Ama aynı zamanda da bir dönem filmi. Bu yüzden de Kore Savaşı'nı askeri, siyasi, tarihsel bakımdan iyi bilen ve bu alanda çalışmalar yapmış bilgi sahibi bir danışmanla çalışılması gerekiyordu. Film yapımcıları da tüm bu unsurları dikkate almayarak Kore Savaşı ve dönem hakkında herhangi bir akademik veya başka çalışması olmayan Elif Dağdeviren'i danışman olarak almışlar. Bu Ayla'nın puanını düşüren unsurlardan sadece biri.
Salt ana akımdan yani Ayla'nın izleyicide yaratmak istediği etkiyi yorumlarsak, dil, din, ırk gibi tanımlardan uzak sadece vicdan ve gerçek sevgiyi merkezine alan, savaş ortamına rağmen insanlığın sevginin birleştirici gücünde buluşabilmemin mümkün olduğunu, Türk insanının gönlünün ve ruhunun derinliğini yansıtan bir gözle anlatıyor diyebiliriz. Zira arkasında 65 yıllık bir birikim var. Hemde tüm öyküsü gerçek hikâye. Ve hikâyede anlatılan iki baş karakterde hayatta. ( Süleyman Dilbirliği filmin galasından sonra rahatsızlandı. Bu yazıldıktan 1 gün sonra - 7 Aralık 2017- hayatını kaybetti)
Ayla ile Sülyeman Dilbirliği 
Ayla'yı izleyen herkes bir defa gözyaşına teslim oluyor. En sert adamın bile ruhuna işleyecek ağır dram içeriyor. "Ben ağlamadım yeaa" diyenlerin bile gözleri nemlenmiştir. Belki de Ayla'nın en başarılı yanı bu. İş, okul, ilişkiler, sosyal hayatın getirdiği tüm baskı unsurlarından boşalmanızı sağlayabiliyor. Babam ve Oğlum'da da böyle olmuştu.  Ayla görüntü yönetmenliği, prodüksiyon bakımında birinci sınıf bir film ancak salt amacı sanki izleyiciyi ağlatmak üzere inşa edilmiş gibi.