25 Ağustos 2017 Cuma

Flaneur #1

* Merhaba

*Dolmuş şoförüne "Klimayı biraz açar mısınız?" dediğinizdeki o his. Kimse de tık yok, tek sizin sesiniz yankılandı.

* İstanbul değişiyor. Eskiden bir Beyoğlu vardı mesela, artık yok.

* Beyoğlu'na alternatif olarak da sokağı seven kesimler Bomontiada'ya, Karaköy'e kaçıyor. Kadıköylüler ise hâlen karşının insanına muhafazakâr bakıyor.

* Mete Avunduk ve Kaan Çaydamlı. Sahte kaybedenler. Asıl kaybedenler asgari ücrete çalıştığı işe her gün dolmuşla gitmeye çalışanlar, sevdiği kadınla sırf düzgün bir işi yok diye evlenemeyenler, rakıyı sadece bayramdan bayrama görenler, 10 saat 11 saat çalışmaktan bırak güzel müzik dinlemeyi evde yorgunluktan uyuyamayacak duruma gelenler. İşte bunlar asıl kaybedenler...

* Ancak yine de Sezar'ın hakkı Sezar'a. Adamlar o güne kadar sadece masada konuşulan ve Türkiye'de tabu olan seks konusunu radyo programında canlı olarak konuştular. Bununla da yetinmediler, "Daha önce sizinle yattık mı sayın dinleyen" diyerek sokakta bir kadına söylediğinizde sizi yerin dibine geçirecek sözü neredeyse telefonun arkasındaki her sese söylediler. Bu o döneme kadar yapılan hiç yapılmamış bir radyo yayıncılığıydı. Adamları etik düşünce veya ahlaksal olarak tartışırız o ayrı.  Zira kendileri yayıncılık yaptıkları dönem zaman zaman ölüm tehditleri de almışlardır.

* Hazır konu devam ediyorken Kaybedenler Kulübü'nü iki döneme ayırmak gerekiyor. Birinci dönem gerçek dinleyicilerin olduğu 90'lar ve 2000'lerin başındaki dönem. Ondan sonra Tolga Örnek 2011'de ikilimizin hayatını filme çekti. Avunduk ve Çaydamlı oldular bir anda Nejat İşler ve Yiğit Özşener. Filmin ekmeğine yağ sürüp üzerine köy poyu atan ikilimiz de 2013'te yeniden Standart FM'de yayın yapmaya başladılar, ancak o eski tadı bir türlü veremediler.

* Bir de filmden sonra dönemin liselileri, "Abi çok yalnızım yeaa" diye Kadıköy sokaklarında babasının verdiği günlük parayı birayla ezerek geçirmişti. ( 2011 ile 2013 dönemi. Sonra azalarak bittiler.)

* Ortamlarda sırf entelektüel derinlik yaratabilme amacıyla Yeni Dalga izleyen sinemacılarımız var.

*  Sağ, sol, kıyı, köşe, orta
    Geliyorlar dalga dalga
    Sarı kırmızı renklerle
    Şampiyonlar Mayıs'ta

* Ne zaman ki araç sürücüleri, yaya geçitlerinde yayalara yol verecek o zaman Türkiye'nin yaşanılabilir bir şehir olduğunu anlayacağız.

* İstanbul'un da yaşanılabilir bir şehir olduğunu artan bisiklet hırsızlarından anlayacağız. (Bu da Gündüz Vassaf'ın Cennetin Dibi kitabından)

* Blogg'a her ne kadar sinema, Harp Tarihi ve popüler kültürden konular yazacağımı belirtsem de arada böyle kaçamaklar olacak. Flaneur, aylak gezen adam anlamına geliyor. Deyimi ilk kullanan kişilerden biri Walter Benjamin. Akademik dilde anlamı çok geniş ancak ben en sade şekilde, boş gezerek, gördükleri üzerinden çıkarımlarda bulunan entelektüel anlamında kullanılmasını tercih ediyorum.

21 Ağustos 2017 Pazartesi

Sand Castle / Kumdan Kaleler

Sand Castle, Mart 2013'te bir grup Amerikan askerinin Kuveyt'ten Bağdat'a gönderilerek bir su kanalının tamiratı görevini odağına alıyor. 5 kişilik timin amacı, bozulan su borularının tamiratını sağlamak ve dünya medyasına iyi görünmek amacıyla yerel halka su dağıtmak.

Yapım orta siklet tipik bir Amerikan filmi. Clint Eastwood'un American Sniper'ı kadar propagandist değil ancak filmin yine yıkamadığı tabuları var.

Filmin izlenebilir özelliklerinden biri oyuncu kadrosu. Brezilyalı yönetmen Fernando Coimbra iyi bir oyuncu kadrosu kurmuş.

Mad Max Furry Road'ın Çılgın Nux'ı, Nicholas Hoult başrolde.

Superman filmleriyle adını duyursa da asıl yükselişini Guy Ritchie'nin The Man From U.N.C.L.E'ı ile gerçekleştiren Henry Cavill'ı da Özel Kuvvetler'den bir yüzbaşıya rol vermiş olarak izliyoruz.
Henry Cavill ABD Özel Kuvvetler'inde Yüzbaşı Syverson rolünde
Gladyatör filminin pes etmeyen komutanı Tommy Flanagan'ı da bu kez modern dünyada ABD'li çavuş olarak görüyoruz. Kamera karşısında olmak Flanagan'a o kadar çok yakışıyor ki filmde sadece 2 sekansta görülmesine rağmen 4.5 dakikada harikulade bir oyunculuk performansı çıkarıyor.

Coimbra'nın bir başka sürprizi Quarry'deki performansıyla ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu kanıtlayan Logan Marshall-Green'e asker üniformasını giydirmek oluyor.

Kamuflaj ona o kadar yakışıyor ki militarist içeriklerin olduğu filmde kendisi 1938 bombardımanı sonrası Picasso'nun Guernica tablosunda beton yığınları arasından çıkan kırmızı gül kadar güzel gözüküyor.

Sand Castle'da savaş üzerinden verilmek istenen mesajlar küçük yaramaz bir çocuğun sırıtarak tarih anlatıcılığı yapmasından öte geçemiyor. Filmdeki bazı sekanlarda, ABD'li asker ile Irak'tan yerel halk arasındaki konuşmalar 'zoraki bir eleştiri' olmaktan başka bir şey ifade etmiyor.
Örneğin filme göre ABD'de eğitim pahalıdır. Üniversite okuyabilmek için paranız olmalıdır. Başkarakterimiz Ocre de orduya üniversiteye gidebilmek için para toplamak amacıyla katılmıştır. Yönetmen Coimbra, ABD'nin 'rüyalar ülkesi' olmadığını ve Amerika'da hayatta kalmanın zor olduğunu izleyeciye hissettirmek istiyor. Cem Yılmaz'ın Yahşi Batısı'ndaki "Sen de bir rüyadan ibaretmişsin Amerika" sekansı bile daha inandırıcı.

Coimbra aynı zamanda Irak'a daha doğrusu Ortadoğu'ya güzelleme yaparak filme zoraki bir iyimserlik serpiştiriyor.

Barajın su borularını tamir etmek için gelen yetenekli mühendise baş karakterimiz Ocre, "Bunu yapmayo nereden öğrendin?" diye soruyor. Mühendisimiz de "Musul Üniversitesi'nde" yanıtını veriyor.  Ocre, "Sizde üniversite okumak ücretsiz mi?" diye ekliyor. Iraklı mühendis, "Evet, buralarda üniversite okumak için para vermeyiz" yanıtını vererek, 35 saniyelik tek plan çekiminde yönetmenin Ortadoğu güzellemesinin borazanlığını yapıyor. Ancak bu güzelleme ne yazık ki zorlamadan öte geçemiyor.

Sand Castle ile ilgili son kelâmı ederken, film orta düzeyde 2'nci sınıf bir savaş filmi. Salt aksiyon arıyorsanız, bol aksiyon yok. Savaş sahneleri gerçekçi ve kaliteli değil.

Filmle ilgili söylenebilecek olumlu eleştiriler ise, ABD ordusundaki Özel Kuvvetler ile Airbone ( Hava indirme tugayları, piyade ve zırhlı birliklerden meydana gelen paralı askerler ) arasındaki ilişkiyi çok iyi irdelemesi.

Mesleği salt askerlik olan bir kişi ile Irak'a para kazanmak amacıyla gelmiş askerlerin farkını, birbirlerine davranışlarını bu kadar açık anlatan bir yapım daha önce olmadı. Özel Kuvvetler'e mensup askerlerin kendine olan güvenleri, tarzları, karargâhlarındaki duvar yazılamaları, giyimleri, dinledikleri müziğe kadar yaptıkları her aktivite farklı ve ilgi çekici. Ayrıca paralı askerlerin, Özel Kuvvetler'e ait üsse geldiklerine "Burada sizi kimse istemiyor" repliği filmin en güzel detaylarından. Yönetmen Coimbra film için ABD ordusunu mühimmat ve diğer unsuları üzerinde yetkin ve nitelikli bir çalışma gerçekleştirmiş.

Büyük emekler sarf edilerek ne yazık ki orta siklet bir işin çıktığı film olmuş Sand Castle. Yine de harp tarihçilerinin modern savaş teorilerini bir kez daha zihinlerinde tekrar etmek adına izlemesi gereken bir film.

15 Ağustos 2017 Salı

Z Nation

Z Nation

Spoiler yoktur

Dizinin çıkış noktası 28 Weeks Later.

Türünün en iyi örneği The Walking Dead bir yana Z Nation'daki zombiler tıpkı 28 Weeks filmindeki gibi koşuyor. Bu bakımdan Z Natioan bize özgün bir 'izlence' vaat etmiyor.  Konu sıradan, karakterlerin oyunculukları kötü. Karakterlerle kendinizi bir türlü özdeşleştiremiyorsunuz. (Kötü oyunculuktan dolayı arada hep bir mesafe var.)

Zombiler ile ilgili de bir 'yenilik' göremiyoruz.
Bazı sekanslar o kadar komik olabiliyor ki 'bebek zombi'nin Amerikan Özel Kuvvetleri'nden bir teğmeni kolaylıkla öldürebildiğini görebiliyoruz. Ancak bu teğmenimiz yüzlerce zombi dolu hastaneden kendini tek başına çıkarabilmeyi başarıyor!

Z Nation'ın en büyük eksikliklerinden biri de 'inandırıcılığı' 

Örneğin 1. bölümde zombiler koşuyor. Fazlasıyla da hızlılar. Sağlıklı birçok insanın ciğerinden daha sağlam ciğerleri var. Adeta Maraton koşucuları gibi.

2. bölümde karakterlerimiz benzin almak için New York'un 8 kilometre dışında bir rafineri istasyonuna gidiyorlar. Aradıkları benzindir ancak her yer de zombi vardır.

İlginçtir ki karakterlerimiz yüzlerce zombinin arasında çok rahat bir şekilde gezinirler. Zombiler ise varlıklarından haberdar oldukları bu kişilere saldırma gereği duymazlar. Bir iki münferit zombi saldırısı dışında sekansın tamamı olaysız geçer.

Saldıran zombilerde son derece yavaş hareket etmektedir. Peki 1.bölümdeki zombiler neden koşuyordu? Hadi diyelim birkaçının bacağı kırık veya yaralı, hepsi mi yavaş hareket ediyor. O zaman 1. bölümdeki 'göl sekansı'nda neden yüzlerce zombi birden koşuyordu.

Bu gibi sorular ne yazık ki hep havada kaldı. Bu durum da izleyicinin Z Nation'a mesafeli durmasına neden oluyor.

Z Nation'ın en doğru tanımı aslında tipik bir bilgisayar oyunu gibi olduğu.  Siz ana karaktersiniz. Göreviniz de insanlığın son umudu, virüse karşı bağışıklığı olan esas adamı güvenli bölgeye taşımak. Diziyi izlerken, sanki bilgisayar oyunundan kesitler izliyorsunuz gibi hissediyorsunuz.

Göz ucu bakışı

Z Nation, zombi dizisi sevenlerin göz ucuyla bakması gereken bir dizi. Ben  Z Nation'u 'maraton yaparak' bitirdim. ( Dizi maratonu. Bir dizinin tüm bölümlerini 1 veya 2 gün içerisinde bitirmek. Z Nation'a uzun soluklu ara verirseniz takip etmek istemeyebilirsiniz. Ancak maraton yaparsanız o tempoda belki sonlandırmak isteyebilirsiniz. Ben maraton yapmasaydım diziden kopardım ve takip edemezdim)

Z Nation'daki yenilikler ve olumsuzluklar

* Sapanla zombi öldüren, ismi 10K olan karakter

* Bebek zombi; bu gerçeken tam bir Amerikan Rüyası

* İnsan eti yiyen tarikat görünümlü aile ( Dizi o kadar başarısız ki bu ailenin normalde izleyenin tüylerini ürpertmesi gerekiyordu. Ancak Robert Rodriguez'in en absürt işlerinden Planet Terror' bile daha ürkütücü.)

Yazımızı nihayete erdirirsek vakti kıymetli olanlar için izlememeleri gereken bir zombi dizisi Z Nation.

Malesef kötü bir dizi...

9 Ağustos 2017 Çarşamba

Breaking Bad'in gayri meşru çocuğu; Ozark

Ozark hakkında daha önce bir yazı yazmıştım. Dizinin başrol oyuncusu Jason Bateman'u da hayli eleştirmiştim. Ancak meğersem sonradan açılan İngiliz atı misali Bateman'ın karakter oyunculuğu 4. bölümden sonra efsane bir hâl aldı.

Diziyi an itibariyle bitirdim.

İlk 3 bölümlük durgunluk sonrasında dizi sizi hemen radarınıza sokuyor. İzleyip yattıktan sonra kendinizi "Bu işi aslında ben de yapabilirim" diye düşünmeden edemiyorsunuz.  Dizide anlatılan konu sizi bu işi gerçekten yapmaya inandırabiliyor. O özgüveni, kendinizde hissediyorsunuz.

Ozark aslında bir dizi değil, hızlandırılmış illegal ekonomi dersi veren bir akademi.

1 saat içinde 8 milyon doları nasıl aklayabileceğinizi size gösteriyor. (Yapıp yapmamak size kalmış)

Ozark, iktisat dersleri verilen üniversitelerde hocaların bildiği ancak öğrencilerine hiçbir zaman anlatmadığı kara para aklamayı odağına alıyor. Başarılı finans danışmanı Marty Byrde de bu işin ustası.

Ozark bize 2008 krizinin nasıl önlendiğini de söylüyor. Hiçbir politikacının ağzından duymayacağımız kelimeleri, dizi yapımcıları 8. bölümde bize çatır çatır söylüyor.

Diyorlar ki;

2008 krizi nasıl önlendi biliyor musunuz?

Uyuşturucu ticaretinden aklanan kara paralar o dönem (2008- 2009) büyük şirketlere nakit olarak dağıtıldı. Bu nakit para akışı sayesinde ABD borsası ve dünya genelindeki büyük bankalar krizden etkilenmedi. Yani krizin dünyayı teğet geçmesi kara para aklayan ve ismini hiçbir zaman bilemeyeceğimiz çevremizde olan bu insanlar sayesinde oldu.

Ozark, Netflix'in orjinal içeriği. Ve Netflix'in son günlerde çıkardığı en özel işlerden. Bazı kaynaklara göre dizinin Game of Thrones'un tahtını salladığı bile söyleniyor.

Başlıktaki Breaking Bad'in gayri meşru çocuğu ifadesine gelirsek; hem biraz öyle hem değil gibi. Ama biz ikisini de çok sevdik.

8 Ağustos 2017 Salı

Yeni Dalga'nın (La Nouvelle Vague) 'olmazsa olmazları'

Kahve ve güzel kadın.
Yeni Dalga'nın vazgeçilmez 'ilk' unsuru.

Yeni Dalga, dünya sinemasında 'ekol' olamadı ama dönemin sinemacılarına 'film yapma' olanağı sundu. Ortaya da 'sanat' çıktı.
Güzel kadınlar, yakışıklı erkekler.
Orhan Veli şiiri tadında filmler.
Yeni Dalga filmlerinde konuyu değil karakterleri severiz.
Jim Jarmusch'un Coffee and Cigarettes'indeki gibi;
Yeni Dalga demek casual giyim, ağızda sigara, elde hep kahve ve seks demekti.
Kadınlar 'maskulen';
Erkekler 'cool';
Yeni Dalga yönetmenleri de ikna edici, zira kendilerinden sonra yüzlerce sinemacıyı etkilediler.
(Yeşilçam'n 1962 ile 1969 arası döneminde özellikle Sadri Alışık ile Ayhan Işık filmlerinde Fransız sinemasından esintiler görmek mümkündür)
Yeni Dalga hâlâ neden etkin?
Çünkü, estetik...

5 Ağustos 2017 Cumartesi

II. Dünya Savaşı'nın Fransız ve İtalyan sinemasına etkisi

Mayıs 1945'te Berlin'in, Ağustos 1945'te de Japonya'nın 'kesin' olarak teslim olmasıyla sonra eren II. Dünya Savaşı (Büyük Savaş) birçok ülkeyi zor durumda bırakmıştı.

Savaşın kazananı görünürde Müttefikler'di. Ancak Birleşik Krallık, 1800'lerden beri sürdürdüğü 'Dünya Egemenliği' hâkimiyetini ABD'ye bırakmak zorunda kalmıştı. Birleşik Krallık, Fransa ile savaştan en büyük zararı gören Müttefik güçtü.

Öte yandan işgal edilen Almanya da en zor dönemlerinden birini yaşıyordu. Sovyetler ile ABD dünyanın 'nimetlerini' yemek için 'Soğuk Savaş'ı da başlatacaklardı.

Dünya devletleri, ekonomik, sosyal ve siyasi ağır koşullarla mücadele verirken sanat da etkilenen alanlardan biriydi. Savaşın yıkıcı etkisi sanatın 'doğurucu' gücüyle yenilmek isteniyordu. Sinema da bu alanın bayrak mücadelesini üzerine almıştı.

Savaştan sonra (1945 ve sonrası...) dönemin yönetmenleri sosyal ve toplumsal sorunlara daha 'gerçekçi' bir iklimde bakmaya başladılar. Bunun ilk örneğini de Roberto Rossellini, savaş döneminde çekimlerine başladığı senaryosunu Federico Fellini'nin yazdığı Roma Città Aperta (Roma Açık Şehir) ile vermişti.
Roma Açık Şehir, İtalyan Yeni Gerçekçilik akımının ilk örneklerindendi.
İtalya, yenik devlet olarak savaşın ağır yükümlülüklerini taşıyordu. Dönemin İtalyan yönetmenleri de Roma'yı işgal eden Müttefik Kuvvetler'in kültüründen ve Roma'daki savaşı belgelemek amacıyla Moskova, Londra gibi başkentlerden gelmiş sinemacılardan etkilendiler.

Sovyet Toplumcu Sineması, İngiliz Belge Film Okulu'nun ekollerinin İtalyan edebiyatındaki Verismo (gerçekçilik) görüşü ile birleştirilmesiyle sinemada İtalyan Yeni Gerçekçilik akımı ortaya çıktı.

Akımın öncü yönetmenleri ( 1945-52) Vittoria de Sica, Federico Fellini, Luchino Visconti, Cesare Zavattini, Pietro Germi ve dönemin en 'cool' kişiliği Roberto Rossellini'ydi.


Yeni Dalga'yı (La Nouvelle Vague) meydana getiren fikirler


Yeni Dalga fikri, Paris'in entelektüel birikimi, sosyal ve toplumsal çeşitlilikleri altında yoğrularak ortaya çıktı. Bu çeşitliliklerin amiral gemisi Andre Bazin'in 1943'te çıkardığı Cahiers du Cinema dergisi oldu.

Yine aynı dönemde Paris'te kurulan IDHEC ( Institut de Hautes Etudes Cin6matographiques) Sinematografik Araştırmalar Enstitüsü'nden yetişen genç sinemacılar, dönemin Fransız yönetmenleri gibi muhafazakâr değildi. Marcel L'Herbier tarafından kurulan okul Fransız sinemasına "Ne yaptığını bilerek" filmler çeken yönetmenler kazandırdı. (Enstitü, hâlen Fransa'nın en saygın sinema eğitiminin verildiği kurumlardandır.)

Cahiers du Cinema dergisi özellikle savaştan sonra Bazin'in fedakârane çalışmaları neticesinde Yeni Dalga'nın kuramsal arka plancısı oldu. Bazin'in teşvikleriyle birçok genç sinemacı fikirlerini ve görüşlerini sergileme imkânı buldu.
Fransız sinemasında Yeni Dalga'nın tek cümlelik tanımı; 'Estetik'tir.
Yeni Dalga fikrini meydana getiren bir başka yardımcı unsur da 1936 yılında Henri Langlois tarafından kurulan Fransız Sinematek'iydi. Langlois, neredeyse Paris'teki tüm sinemacılara fırsat vererek onların filmlerini oynattı. Paris halkının sinemaya ilgisi de hayli yoğundu. (23 Haziran 1940'ta Almanlar tarafından işgal edilen Paris'teki sinema ve sanat akımını savaş dâhi etkilememişti. Fransızlar her dönem sinemayı çok sevdiler)

Sinematek'in izleyenleri arasında Yeni Dalga'nın öncü yönetmenleri  François Truffaut,  Claude Chabrol, Jean Luc Godard, Jean-Pierre Melville 'baş izleyici'lerdendi. Longlois'in Sinematik'inde sadece 'yerli' yapımlar gösterilmiyordu. Langlois'in perdesinde Amerikan sinemasının 'kült' örneklerinin de gösterimi yapıldı.

Genç sinemacıları, Al Capone'ndan ilham alan Amerikan Gansgter filmleri, avantür filmler yönetmen olarak da özellikle Alfred Hitchcook etkilemişti.


Andre Malraux'nun Yeni Dalga'ya etkisi


Andre Malraux. Yeni Dalga'dan bahis açılmışken, bu kışkırtıcı 'kişilik'ten bahsetmemek olmaz. Savaştan sonra Fransa'ya dönen Malraux, 10 yıl Kültür Bakanlığı görevini yürüttü. Malraux, 1952 yılından itibaren uygulamaya koyduğu 'Yardım Yasası' ödülüyle birçok genç yönetmenin ilgisini çekmeyi başardı. Stüdyo ortamında çalışma imkânı bulamayan genç sinemacılar, çektikleri kısa filmleri Kültür Bakanlığı'na gönderdi. Bakanlık da 'teşvik' amacıyla genç sinemacıları ödüllendirdi.
Fransa'nın sanat anlayışını değiştiren 'devrimci' bir bakan; Andre Malraux
Malraux'nun 'Yardım Yasası' aynı zamanda Paris'teki genç nüfusun sinemaya yönelmesini de sağlamıştı. Genç sinemacılar, Büyük Savaş'tan sonra değişen devlet politikası sayesinde her türden kısa film, belgeseli çekme ve yayınlama imkânı buldular.

Malraux'nun dolayısıyla Fransız hükümetinin desteği 1970'lere yönelik olarak Fransız sinemasına birçok yeni yönetmen kazandıracaktı.


Bir anlatı 'yol'u olarak Sinema ve Yeni Dalga'nın 1'nci Kuşak Yönetmenleri


Yeni Dalga'nın George FranjuAlain Resnais,  Chris Marker ve Jean Rouch gibi 1'nci kuşak yönetmenleri sinemanın bir anlatım yolu olabileceğini gösterdiler. Yeni Dalga'nın 1'nci kuşak yönetmenleri, II. Dünya Savaşı'ndan sonraki 'kısa film' geleneğinden yararlandılar. Böylece bu yönetmenlerin sinemaya en büyük katkısı uzun metraj filmler öncesi gerekli deneyim, bilgi ve birikimi tecrübe etmiş olmaları oldu.


Savaş ve Yeni Dalga


Fransız Yeni Dalga'sı ve İtalyan Yeni Gerçekçilik akımı 'büyük sinemacı'ların deyimiyle her iki akım da 1946 ve 1975 dönemindeki sinema dünyasını etkileyerek tarihteki yerini aldı. Her iki akım da bir 'ekol' olamadı ama savaş sonrası birikimlerini artıran genç sinemacılara film yapma imkânı sundu. Aynı zamanda savaş sırasında ve sonrasındaki 'durağanlığı' yıkarak 'dinamik' bir sinema yarattı.

Birincil Kaynakça:

Çalışmada bizzat kendisinden ders aldığım ve her öğrencisine 'sinema' sanatını sevdiren Battal Odabaş hocamın, 1993'teki Marmara Üniversitesi İletişim Dergisi'ne yazdığı Fransız Sinemasında Yeni Dalga makalesini birincil kaynak olarak aldım.

Battal Odabaş - Fransız Sinemasında Yeni Dalga / Marmara İletişim Dergisi - Sayı 5 Ocak, 1994

Andre Bazin - Sinema Nedir? / Doruk Yayınları

Popartcinema'da yayımlanan Yeni Dalga yazısı için tıklayın

4 Ağustos 2017 Cuma

We're the Millers / Bu Nasıl Aile!

Baba 'torbacı',
Anne 'striptizci'
Kız kardeş 'evsiz'
Erkek kardeş '18 yaşında, asosyal, evden çıkamayan bir tip'
Marijuana'dan 'bebek LeBron'

İşte karşınızda Miller ailesi...
Bu nasıl aile dediğinizi duyar gibiyim. Filmin Türkçe'ye çevrimi de o şekilde. "Bu nasıl aile"

Olayları biraz geri saralım.

Baba rolündeki David Clark, aslında hiç evlenmemiş, sapına kadar bekâr. Ayrıca nitelikli müşterileri olan bir 'torbacı'.

Patronu Brad Gurdlinger'a olan borcunu ödeyebilmek için Meksika'daki bir uyuşturucu kartelinden 1.5 tonluk 'marijuana'yı ABD'ye getirebilmesi gerekiyor.
Clark da şüphe çekmemek adına Striptizci Rose O'Reilly'i (Jennifer Aniston'a ayrı parantez açmamın sebebi 'muazzam' bir oyunculuk sergilemiş. Filmi alıp götürüyor) 'anne' olarak iknâ ediyor. Evin kızı bir 'evsiz' ve soyguncu olarak hayatını sürdüren Casey Mathis oluyor. Clark, dört kişilik çekirdek ailesini tamamlamak için kapı komşusu asosyal Kenny Rossmore'u da oğlu olarak yanına alıyor.
Zoraki ailemiz karavanla Meksiya'ya doğru yola koyuluyor. Filmimiz de 'asıl başlangıcını' bu noktadan sonra yapıyor.

We're the Millers 'komik' bir yol hikâyesi. Ben filmi beklentisiz izledim ve çok beğendim.

Filmin 'güldürü' temposu ve ilgi çekiciliği her ne kadar sonuna doğru biraz düşse de bu durum, perde kapandıktan sonra suratınızda tatlı bir tebessüm kalmasını engellemiyor.

3 Ağustos 2017 Perşembe

Monophonics (Yol şarkıları)

California'nın 'Dreamin'i varsa San Francisko'nun da Monophonics'i var

Kendileri Yunan. Ancak (klibin giriş sekansında de göreceğiniz gibi) Atina'nın kuru ve sıcak havasından sıkılmışlar ve Amerika'nın Bodrum'una San Francisko'ya gitmişler.

Kendileri 'oldschool', müzik tarzları da 'retro'. Cover'lamayı seviyorlar.
Grup üyeleri Atina'daki sakin ve huzurlu hayatlarını bırakarak her ne kadar liberalizm ve kapitalizmin kalesi, fırsatlar diyarı ABD'de de yaşamaya karar verseler de 'Casual' tavırlarından hiçbir zaman ödün vermediler
Onları Amerika sınırlarından öteye taşıyan Frank Sinatra'nın 'sihri' olmuş. Grup üyeleri Bang Bang'e öyle bir 'Cover' yapmışlar ki eğer Sinatra yaşasaydı Bang Bang'i Monophonics haricinde diğer herkese bu eseri söylemeye yasak edebilirdi. ( Eminim ki siz de grupla tanıştıktan son "Bizim şimdiye kadar dinlediklerimiz Bang Bang değilmiş" diyeceksiniz)

Hatta, Amerika'da şöyle bir söylenti de çıkmış. Monophonics'in çaldığı yerlerde sokağa çıkma yasağı ilan edilsin, herkes sadece onları dinlesin...

İşin espri kısmı bir yana elemanlar iyi iş yapıyor. Özellikle araba kullanmayı sevenler için uzun yolda dinlenecek şarkı listesi tavsiyesi ile yazıyı sonlandıralım. (Kendileri 11 Aralık 2015'te İstanbul Bomonti'de sahne almışlardı. Yakın zamanda tekrar İstanbul'da olacaklar.)

Monophonics - Foolish Love  (Yola çıkış parçanız olsun, dinlemek için tıklayın)

Monophonics - Strange Love ( Favorilerinizden olacak, dinlemek için tıklayın)

Monophonics - Promises   ( Dinlemek için tıklayın)

Monophonics - Tabii ki Bang Bang ( Dinlemek için tıklayın)

Monophonics - Lying Eyes  (Klibi de güzeldir. Özellikle giriş sekansındaki geçişler sizi Guy Ritchie dünyasına götürecek. Dinlemek için tıklayın)

Monophonics - There's a Riot Going On  (Dinlemek için tıklayın)

2 Ağustos 2017 Çarşamba

U-Boot'ların 'Kurt Sürüsü' harekâtı; taktik ve strateji dehası Karl Dönitz

Unterseeboot

Almanların söylemiyle; U-Boot

Atlantic'in 'gece avcıları'.

1940 yılının ilk yarısı itibariyle Wermacht (Silahlı Kuvvetler) tarafından sürdürülen Blitzkrieg harekâtı 23 Haziran'da Paris'in işgal edilmesiyle Almanlar açısından başarıyla sonuçlanmıştı.

Alman Genelkurmayı artık Britanya ile barış anlaşması beklerken III. Reich'ın lideri Adolf Hitler 1940 Haziranı'nda İngiltere'nin fethedilmesini istemişti. Başta Wilhelm Keitel, Heinz Guderian, Alfred Jodl gibi generallerin karşı çıkışlarına rağmen Hitler tüm hazırlıkların tamamlanarak harekâtın en geç Ağustos ayında başlanması yönünde emir vermişti. (Silahlı Kuvvetler ve Silahlı Kuvvetler Yüksek Komutanlığı'nın (OKW) komuta kademesi 1 Eylül 1939 itibariyle başlayan savaşın Fransa'nın da işgal edilmesiyle sona ereceğini düşünmüştü. Komutanlar artık Birleşik Krallık'a barış teklifinin götürülmesi üzerine çalışacaklarını zannetmişlerdi. Ancak Hitler, fethetttiği topraklardaki zenginleri sindirmek yerine yeni cephelerde savaşmayı tercih etmişti. Bu 'çılgınca' bir düşünceydi. Hitler yine 'kibri'ne yenik düşmüştü.)
Luftwaffe bombardımanından korunmak için İngiliz halkı geceyi Londra metrosu ve sığınaklarda geçiriyordu ( Eylül - 1940)
Kurmaylarının ikâzlarını dinlemeyen Hitler, Birleşik Krallık'ın hava bombardımanıyla pes edeceğini düşünüyordu. Luftwaffe şefi Herman Göring, Hitler'e garanti vermişti. Göring, bırakın Londra'nın bombalanmasını, İngilizlerin kutsal başkentlerinin üzerinde Stuka seslerinin duyulmasının bile onları pes ettirmeye yeteceği düşüncesindeydi.

Göring'in stratejesinden hiçbir zaman şüphe duymayan Hitler aynı yanılgıyı yine düştü.

1940 Temmuz'unda Londra'ya Luftwaffe tarafından 'Blitz' harekâtı (Hava harekâtı) başlatılmıştı. Londralılar 'yıldırım' harekâtını büyük dirençle karşıladılar.
İngilizler geceki bombardımanın yaralarını gündüz sarıyordu. Enkazlar 8 ila 10 saat arasında temizleniyor şehir korunaklı hale getiriliyordu. Tüm Londra halkı tek bir amaç için mücadele veriyordu. Churchill, güçsüz kalbine rağmen çalışmaları gündüz bizzat sahada koordine ediyordu
Birleşik Krallık Başkanı Winston Churchill'in de karşı hamlesi vardı. Tüm Birleşik Krallık halklarına Almanlara karşı direnme çağrısında bulundu. Aynı zamanda Kraliyet Hava Kuvvetleri'ne Berlin'e yönelik bir misilleme saldırısı yapılması yönünde de emir verdi.

Hitler, Berlin'in bombalanması haberini Berchtesgaden'deki Berghof'ta aldı. Hitler ve kurmayları Birleşik Krallık'ın Almanya'nın kalbine saldıracağını beklemiyordu.Operasyonların şiddetlenmesi yönünde emir verdi.

Ağustos 1940'ta Norveç ve Fransa'daki üslerden havalanan Luftwaffe uçakları Londra'ya yönelik bombardımanlarını artırdı. Eylül 1940'ta Churchill, Kraliyet Hava Kuvvetleri'ne yeni bir emir verdi.

Yeni emre göre, Alman uçakları havada karşılanacaktı. 18 Eylül 1940'ta Luftwaffe ile Kraliyet Hava Kuvvetleri havada karşılaştı. (Luftwaffe'nin en büyük dezavantajı uçaklardaki yakıt problemiydi. Norveç, Fransa ve Almanya'dan kalkan uçakların yakıtları Londra'ya gelip bomba unsurlarını bıraktıktan sonra ancak üslerine dönebilecek kadar yetiyordu. Bu esnada devreye giren Kraliyet Hava Kuvvetleri uçakları Alman uçaklarına 'taciz' ateşinde bulunarak onları muharebeye zorluyorlardı. Luftwaffe pilotlarının iki seçeneği vardı. Ya savaşacaklar ve hedefteki İngiliz uçağını düşürecekti ya da akıllı manevralar ile olabildiğince çabuk kaçacaklardı. Alman pilotlar 6 aylık bombardıman süresince her iki yolu da denediler. -Luftwaffe özellikle Eylül 1940 ve Aralık 1940'ta 50'den fazla uçağını kaybetmişti.- )
Blitz harekâtı sonrası Londra moloz yığını hâline gelmişti ( Ekim 1940)
Luftwaffe tarafından 6 ay boyunca kuşatılan Birleşik Krallık'ın 'dirençli' kalmasının en büyük nedeni ABD ve Kanada tarafından yapılan gıda yardımıydı.

ABD gemileri Atlantik üzerinden Ada'ya yardım götürüyordu. Birleşik Krallık filosu da halen dünyanın en güçlü donanmalarındandı. Her iki devlette formdaydı. Kriegsmarine'ne bağlı U-Boot'ların görevi de Ada'ya giden mühimmat ve gıda yardımını kesmekti.

Kurt Sürüsü Taktiği

Alman Deniz Kuvvetleri Komutanı Karl Dönitz, emri altındaki tüm U-Boot'lara müttefik destek duvarının yıkılmasını söyledi.
Kurt komutan Karl Dönitz ( 1943)
Dönitz ve kurmayları nihaî zaferden emindiler. Uygulayacakları taktiğe 'Kurt Sürüsü' adını vermişlerdi. Dönitz bu taktiği 1937 yılında kitapçık halinde deniz kuvvetlerine dağıttığı Memoirs: Ten Years and Twenty Days kitabında ayrıntısıyla bahsetmişti. (Eğer Müttefik kuvvetleri biraz dikkatli olsalardı Dönitz'in bu taktiğini zahmetsiz bir istihbarat çalışmasıyla çözebilirlerdi)
U-Boot'ların 'ast' komutanlarından Kapitänleutnant (Deniz Yüzbaşı) Reinhart Reche / 1941


Kurt Sürüsü taktiğinin stratejisi

Kurt Sürüsü taktiğinin stratejisi aslında I. Dünya Savaşı'na kadar dayanıyordu. Almanlar, I. Dünya Savaşı'nda Çanakkale'yi kuşatmak için hazırlanan Birleşik Krallık donanmasını, demirli bulunduğu Semadirek'te indirmek istemişlerdi. Ancak dönemin teknik imkânları, torpidoların zayıflığı Almanların suyun altından İngiliz gemilerini batırabilmelerine imkân vermiyordu. (Bu fikir 1914 ile 1916 yılları arasında Osmanlı ordusundaki Midilli gemisinde görev yapmış Karl Dönitz'ten çıkmıştı.)

Taktiğin ana fikri basitti. Bir gemi ve onun etrafında 6 denizaltı. 

Atlantik'te bir Müttefik gemisi keşfeden U-Boot hemen en yakın koordinattaki diğer U-Boot'a haber veriyordu.

Haberi alan 2'nci U-Boot kendisine en yakındaki diğer U-Boot'a haber veriyordu. Bu sistem sayesinde U-Boot'lar Müttefik gemisinin geçiş güzergâhı üzerinde buluşuyorladı.
U-Boot personelinin 'Yazlık' kıyafetleri
Birleşen U-Bootlar, kendilerini fark ettirmeden Müttefik gemisini aynı anda çapraz torpido ateşine tutuyorlardı. Müttefik gemisinin personelinin kurtulması için dakikalara ihtiyacı vardı. Zira tonlarca ağırlığındaki demir yığınları aldıkları darbelere bağlı olarak 3 ila 5 dakika gibi bir sürede Atlantik'in soğuk sularına batıyorlardı.
Alman U-Boot personeli
U-Boot'ların başarısı 1940'a özel kaldı. Bunun en büyük nedeni 'Niceliksel'di. Zira savaş başladığında Dönitz'in elinde sadece 56 U-Boot vardı. Bunlardan sadece sekizi kıyı kullanımına uygundu. ( U-Boot'ların kıyıya uygun olmamaları Alman denizaltıcılarının New York semalarına kadar gelerek gemileri batırmak yerine şehrin ışıklarını izlemekle yetinmelerini sağlamıştı. Zira sayısal olarak çok azlardı.)

Nihayetinde U-Bootlar, 1942'de şiddetlenen Atlantik savaşında çok önemli gücünü kaybederek Norveç fiyortlarına çekilmişlerdi.

Artık saldırı değil, savunma halindeydiler. 1944'te savaşın iyice Müttefiklerin lehine dönmesiyle de U-Boot'ların etkinliği iyice azalacaktı. ( D-Day'de gördüğümüz gibi. Müttefikler, hiçbir deniz engeli olmadan rahatlıkla deniz üzerinden karaya çıkarma yapabilmişlerdi. Eğer Almanların o dönem yeterli bir deniz gücü olsaydı, Müttefikler kara çıkarması esnasında verdiği kayıplar kadar denizde de kayıp vermesi muhtemeldi. -Ha bu durum savaşın seyrini değiştir miydi; hayır. Savaş en fazla 2 yıl daha uzar, her iki tarafın da zayiatı daha ağır olurdu-)

Birincil Kaynakça:

Karl Dönitz - Memoirs: Ten Years And Twenty Days 

Gordon Williamson - U-Boat Crews 1914–45  Kitaba erişmek için tıklayın ( Bu kitapta anlatılan Grey Wolf karakteri oldukça ilgi çekicidir.  Yazara göre gerçek bir karakter olan 'Grey Wolf', U-Boot'ların şu ana kadar gördüğü en cesur ve atılgan deniz personeliydi)

Submarines: 1914–Present (The Essential Naval Identification Guide)  - Submarines 1914-Present.  Amber, 2012 (Kitaba ulaşmak için tıklayın)


The Oxford Guide to World War II  - Derleyen / by I.C.B.Dear and Illustrated (Oxford üniversitesince hazırlanan bu güzel çalışmayı edinebilmek için tıklayın)

Yazının konusuna uygun bir de film önerisi - Mukaddes Vazife nam-ı diğer Das Boot - tık tık