31 Mart 2017 Cuma
Roy Graham
Roy Graham. Tok sesli Brit şarkıcı.
Büyük Britanya'nın yağmurdan ıslanmış bereketli topraklarından çıkan dağ adam.
Dinleyin efendim...
Büyük Britanya'nın yağmurdan ıslanmış bereketli topraklarından çıkan dağ adam.
Dinleyin efendim...
Kafası 'aykırı' çalışan adam; Anders Thomas Jensen
Anders Thomas Jensen ile ilgili tek bir cümle kuracağım. Dileyen yazının geri kalan kısmını okumayabilir ve direkt olarak seçeceği 50 filmden birini izleyebilir. Sözüm ona ki Jensen'in senaryosunu yazdığım tüm filmleri izleyin.
Peki Jensen'i özel kılan ne. Jensen, bir röportajında evdeki günlük rutinini şöyle anlatıyor:
Kabaca bir çeviriyle yazıyorum
Sabahları geç kalkar ve aç karnına kahve içmeyi severim. Daha sonra kitap okuyor veya film izlerim. Genellikle sinema ve insan psikolojisi üzerine okumalar yapıyorum. Kafamda hep bir senaryo var. İki üç farklı senaryoyu aynı anda yazabiliyorum. Şimdiye kadar yazılmış onlarca senaryom var ve bunların bir kısmı da filme çekildi. Tüm öğleden sonramı böyle geçiriyorum. Akşam yemeğimi yedikten sonra da sokakta yürümeyi seviyorum. Ve tabii Danimarka birasını seviyorum. Uyumak da benim için önemli bir aktivite
Bu kadar. Jensen'in yılın 365 gününün en azından 300 gününü bu şekilde geçiriyor. Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ına selam çakıyor.
Jensen takıntılı bir yönetmen. Obsesif ve aynı zamanda takıntılı bir kişilik. Psikolojik olarak kendisini yoran bu özelliklerini mesleğinde çok iyi icra ediyor. Yoksa I Kina spiser de hunde ve Blinkende lygter'daki karakterleri başka türlü çıkaramazdı.
Jensen Danimarka sinemasının en en en özgün auteurlerinden.
Ben size tek tek yazmayacağım ama şuradan senaryosunu ve yönetmenliğini yaptığı her filmi mutlaka izleyin.
Peki Jensen'i özel kılan ne. Jensen, bir röportajında evdeki günlük rutinini şöyle anlatıyor:
Kabaca bir çeviriyle yazıyorum
Sabahları geç kalkar ve aç karnına kahve içmeyi severim. Daha sonra kitap okuyor veya film izlerim. Genellikle sinema ve insan psikolojisi üzerine okumalar yapıyorum. Kafamda hep bir senaryo var. İki üç farklı senaryoyu aynı anda yazabiliyorum. Şimdiye kadar yazılmış onlarca senaryom var ve bunların bir kısmı da filme çekildi. Tüm öğleden sonramı böyle geçiriyorum. Akşam yemeğimi yedikten sonra da sokakta yürümeyi seviyorum. Ve tabii Danimarka birasını seviyorum. Uyumak da benim için önemli bir aktivite
Bu kadar. Jensen'in yılın 365 gününün en azından 300 gününü bu şekilde geçiriyor. Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ına selam çakıyor.
Jensen takıntılı bir yönetmen. Obsesif ve aynı zamanda takıntılı bir kişilik. Psikolojik olarak kendisini yoran bu özelliklerini mesleğinde çok iyi icra ediyor. Yoksa I Kina spiser de hunde ve Blinkende lygter'daki karakterleri başka türlü çıkaramazdı.
Jensen Danimarka sinemasının en en en özgün auteurlerinden.
Ben size tek tek yazmayacağım ama şuradan senaryosunu ve yönetmenliğini yaptığı her filmi mutlaka izleyin.
30 Mart 2017 Perşembe
Paris'i kurtaran komutan; Mareşal Omar Bradley
Fransızların minnet duyduğu ABD'li komutan.
Türk harp tarihçilerine göre nam-ı diğer Paris Fatihi.
Komutanların kutbu.
Deha, stratejist.
Normandia çıkarmasını bizzat planlayan komutan.
Savaşçı yönününü Kızılderili atalarından aldığını söylemiştir. ABD iç savaşından sonra Amerikan ordusuna subay yetiştirmesi amacıyla bizzat George Washington tarafından kurulan West Point / Birleşmiş Milletler Akademisi'ndeki eğitimini birincilikle bitirdi. I. Dünya Savaşı'nda cephede aktif görev almadı.
1929 yılına kadar askeri akademide dersler verdi. Harp tarihi üzerine okumalar gerçekleştirdi. Türk savaş sanatına hayranlık duyduğunu da belirten Omar Bradley, ilk ciddi sınavını II. Dünya Savaşı'nda verdi.
ABD'nin savaşa girmesi gerektiğini ve böylece dünya siyasetinde İngiltere'den daha aktif konuma geleceği görüşünü savundu. - Bu düşüncesi onu savaşın sonunda haklı çıkaracaktı-
1942'de ilk görev yeri olarak Fas ve Cezayir'e gitti. Meşale Harekâtı'nı başarılı şekilde yürüttü. Cezayir ve Fas'ı Almanlar'dan geri aldı.
Bradley, İngilizlerin savaştaki yetersizliğini ilk kez Fas'ta gördü. Nazım Hikmet'in Makartır diye bahsettiği General Douglas MacArthur'a sunduğu raporda cephe savaşlarındaki tüm yükü ABD askerlerinin çektiğini belirtti.
Bradley, 1943 yılında Avrupa'nın Nasyonal Sosyalist işgalinden kurtarılması için 1'inci Ordu Komutanı olarak Birleşik Krallık'a görevlendirildi. 1 senelik hazırlıklar sonucu bizzat Bradley'in son ıslak imzasıyla Normandia planı aktif hale getirildi. (Normandia çıkarmasının detaylı anlatımı daha sonraki yazılarda işlenecek)
Bradley, çıkarmada bizzat ABD birliklerini komuta etti. Karaya ayak basan 1'inci Ordu'nun askerleriyle birlikte Bradley de Fransız topraklarına girmiş oldu. 25 Ağustos sabahı da yine kendisine bağlı 12'inci Ordular Komutanlığı ile birlikte mavilerin şehri Paris'e girdi.
Bradley ardından Lüksemburg'u Nasyonal Sosyalist işgalden kurtardı. Lüksemburg üzerinden Belçika'ya ve Hollanda'ya geçti. Benelüks ülkelerinin özgürlüğüne kavuşturulmasına yardım etti. Bradley Belçikalıların, Hollandalıların ve Fransızların bu yüzden saygısını kazanmış en yüksek rütbeli Amerikan komutanıdır.
Savaştan sonra ABD'ye döndü. 1953 yılına kadar ABD ordusunda görev yaptı. 5 yıldızlı rütbeye kadar çıktı. Mareşal unvanını aldı.
Kaynaklar:
A Soldiers's Story / by Omar Bradley / 1951 Erişim için tık tık
A General's Life: An Autobiography / by Omar Bradley / 1984 Erişim için tık tık
Son not
Ne yazık ki Omar Bradley hakkında çevirisi yapılmış veya hayatını anlatan Türkçe kaynak bulunmamaktadır.
Türk harp tarihçilerine göre nam-ı diğer Paris Fatihi.
Komutanların kutbu.
Deha, stratejist.
Normandia çıkarmasını bizzat planlayan komutan.
Savaşçı yönününü Kızılderili atalarından aldığını söylemiştir. ABD iç savaşından sonra Amerikan ordusuna subay yetiştirmesi amacıyla bizzat George Washington tarafından kurulan West Point / Birleşmiş Milletler Akademisi'ndeki eğitimini birincilikle bitirdi. I. Dünya Savaşı'nda cephede aktif görev almadı.
1929 yılına kadar askeri akademide dersler verdi. Harp tarihi üzerine okumalar gerçekleştirdi. Türk savaş sanatına hayranlık duyduğunu da belirten Omar Bradley, ilk ciddi sınavını II. Dünya Savaşı'nda verdi.
ABD'nin savaşa girmesi gerektiğini ve böylece dünya siyasetinde İngiltere'den daha aktif konuma geleceği görüşünü savundu. - Bu düşüncesi onu savaşın sonunda haklı çıkaracaktı-
1942'de ilk görev yeri olarak Fas ve Cezayir'e gitti. Meşale Harekâtı'nı başarılı şekilde yürüttü. Cezayir ve Fas'ı Almanlar'dan geri aldı.
Bradley, İngilizlerin savaştaki yetersizliğini ilk kez Fas'ta gördü. Nazım Hikmet'in Makartır diye bahsettiği General Douglas MacArthur'a sunduğu raporda cephe savaşlarındaki tüm yükü ABD askerlerinin çektiğini belirtti.
Bradley, 1943 yılında Avrupa'nın Nasyonal Sosyalist işgalinden kurtarılması için 1'inci Ordu Komutanı olarak Birleşik Krallık'a görevlendirildi. 1 senelik hazırlıklar sonucu bizzat Bradley'in son ıslak imzasıyla Normandia planı aktif hale getirildi. (Normandia çıkarmasının detaylı anlatımı daha sonraki yazılarda işlenecek)
Bradley, çıkarmada bizzat ABD birliklerini komuta etti. Karaya ayak basan 1'inci Ordu'nun askerleriyle birlikte Bradley de Fransız topraklarına girmiş oldu. 25 Ağustos sabahı da yine kendisine bağlı 12'inci Ordular Komutanlığı ile birlikte mavilerin şehri Paris'e girdi.
Bradley ardından Lüksemburg'u Nasyonal Sosyalist işgalden kurtardı. Lüksemburg üzerinden Belçika'ya ve Hollanda'ya geçti. Benelüks ülkelerinin özgürlüğüne kavuşturulmasına yardım etti. Bradley Belçikalıların, Hollandalıların ve Fransızların bu yüzden saygısını kazanmış en yüksek rütbeli Amerikan komutanıdır.
Savaştan sonra ABD'ye döndü. 1953 yılına kadar ABD ordusunda görev yaptı. 5 yıldızlı rütbeye kadar çıktı. Mareşal unvanını aldı.
Kaynaklar:
A Soldiers's Story / by Omar Bradley / 1951 Erişim için tık tık
A General's Life: An Autobiography / by Omar Bradley / 1984 Erişim için tık tık
Son not
Ne yazık ki Omar Bradley hakkında çevirisi yapılmış veya hayatını anlatan Türkçe kaynak bulunmamaktadır.
Etiketler:
Almanya,
Avrupa,
Belçika,
Hollanda,
İkinci Dünya Savaşı,
Lüksemburg,
Nasyonal Sosyalist Almanya,
Nazi işgali,
Omar Bradley,
plan,
strateji
29 Mart 2017 Çarşamba
II. Dünya Savaşı komutanları; General Patton
Mükkemmelliyetçi. Disiplinli. Asker.
ABD ordusunun saygısını göstermek amacıyla ilk olarak Kore Savaşı'nda kullanılan M serisi tanklara Patton isminin verilmesine vesile olan kumandan.
1945 yılı. ABD ordusu Berlin'e batıdan girmiştir. Patton, Berlin sokaklarına ayak basan ilk komutandır aynı zamanda. Rus Mareşal Zhukov ile bir kahve sohbetinde buluşurlar. Zhukov övünçle Sovyet T-34 tanklarından bahsetmektedir. Konu bir ara 1943 yılında üretilen Josef Stalin tanklarına gelir. Zhukov "Yeni tanklarımız hedefe 4 kilometreden isabetli atış yapabilmektedir" sözüyle övünür. General sade kahvesinden bir yudum alır. Boğazını temizler. Her zamanki alaylı ses tonuyla "Benim bir tankçım, 4 kilometreden bir hedefe ateş açarsa ben o tankçı grubunu korkaklıktan divan-ı harbe veririm" der. Rus generalin büyüyen gözbebeklerinde şaşkınlık görünür.
Patton, Sovyetleri ABD için tehlikeli olarak gördü. Hatta, General Dwight Eisenhower'a, Batı cephesinde nihai zaferin kazanıldığını ve Almanlar ile bir ateşkes imzalanarak "Batı'ya karşı yeni bir tehlike oluşturacak" dediği Sovyetlerin durdurulmasına yönelik hazırladığı bir raporu sundu. Eisenhower'un raporu okuyup okumadığı meçhuldür. Zira, Patton'un Sicilya cephesindeki askere yönelik tutumundan dolayı onunla arası açıktı.
Patton, raporu sunduktan sonra 1945'in son ayında bir Jip kazasında hayatını kaybetti. Ölümü bazı subaylarca şüpheli bulundu ancak Eisenhower, ölümü hakkında bir soruşturma açılmasına gerek bile görmedi. Patton, Lüksemburg'da bir ABD mezarlığına gömüldü daha sonra ABD'deki aile mezarlığına nakledildi. Cenazesine 20 binden fazla ABD askerinin katıldığı biliniyor.
Guderian mantığı
Patton da tıpkı Alman General Heinz Guderian gibi savaşta zırhlı birliklerin önemini savunmuştur. Patton, 1943 senesinde BBC'ye verdiği bir röportajda İtalyan'ları mağlup edeceğini söylemişti. Bunu başardı da. Patton, İtalyanlara karşı savaşta Fransa ve İngiltere'den yeterli desteği alamadığı görüşünü de savunarak "Arkamda bir Fransız tümeni olacağına önümde Alman ordusu olsun" demiştir. BBC, müttefik güçlerin arasındaki elektiriklenmeye artırmak istemediği için bu röportajı radyo ve dönemin İngiliz gazetelerinde yayınlatmamıştır. Patton, sansür edilmiştir.(1)
Normandia çıkarmasına karşıydı
Patton, Normandia çıkarmasının büyük kayıplara neden olacağı görüşünü de savundu. Bu yüzden Batı cephesindeki çıkarmanın Sicilya kıyılarından yapılmasını önerdi. Mussollini komutasındaki İtalyan ordusu Almanlara göre daha zayıftı. Almanlar işlerini iyi yapan ve emir komutaya sorgusuz uyan subay ve asker kadrolarından oluşuyordu.
Ancak ABD komutan kademesi Patton'u dinlemeyerek, tarihin en büyük çıkarma harekâtını Normandia üzerinden gerçekleştirdi.
Patton, iki büyük dünya savaşında da ABD ordusunda aktif olarak rol aldı. Savaşı, bir ihtiyaç olarak gördü. Savaş ve harp tarihine öylesine meraklıydı. Savaş dışındaki tüm zamanını kitabına ve savaş stratejileri üzerine ayırdı. Zırhlı tank birliklerini daha çok nasıl geliştirebilirim diye düşündü hep.
Savaştan sonra Bavyera ve çeşitli alman şehirlerinde kısa süreli -Valilik statüsünde- görevler yaptı. Savaşta esir düşmüş Alman subaylarına saygılı davrandı. Onlarla savaş üzerine konuştu. Yerel Alman yöneticilerinin hiçbirini görevden almadı. Bu konuda sık sık ABD komuta kademesiyle tartışma yaşadı. Patton, Almanlara saygı duyduğunu her platformda sık sık dile getirdi.
Sovyetleri işgal planı üzerine (1945 nisanından ölümüne kadar -Aralık 2015) çalıştı. Yukarıda da söylediğim gibi Eisenhower'a rapor sunulduktan birkaç hafta sonra geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybetti.
Kaynakça:
(1) War as I Knew It ( The Great Commanders ) by George S. Patton. Jr ( Generalin eşi tarafından kitaplaştırıldı. Yayınlanma senesi 1947 / Genelkurmay Başkanlığı 1952 yılında kitabı Türkçe'leştirdi)
The Unknown Patton / by Charles M. Province - Yayım tarihi 1983
Patton: A Genius for War / by Carlo D’Este - Yayımlanma tarihi 1995
Film
Patton / Francis Ford Coppola'nın senaryosunu yazdığı film 7 dalda Oscar kazandı
Son not
Ne yazı ki General Patton hakkında Türkçe kaynak okumak pek mümkün değil. 1952 yılında Genelkurmay Başkanlığı'nın çevirisi haricinde hemen hemen sağlam hiçbir kaynak yok. Türkçe'ye çevrilmiş kitabı da ancak yetkin birkaç sahaf -Türkiye genelinde- veya harp tarihi koleksiyoncularından bulabilirsiniz. (Kitaba ulaşmak isteyen bana yazabilir)
Okumak ve araştırmak isteyen yabancı kaynaklı kitapları, Amazon.com ve Goodreads gibi sitelerde e-book ve normal baskı kitap olarak bulabilirler. Bulamayanlar için yine yardımcı olabilirim (PDF kaynaklı)
ABD ordusunun saygısını göstermek amacıyla ilk olarak Kore Savaşı'nda kullanılan M serisi tanklara Patton isminin verilmesine vesile olan kumandan.
1945 yılı. ABD ordusu Berlin'e batıdan girmiştir. Patton, Berlin sokaklarına ayak basan ilk komutandır aynı zamanda. Rus Mareşal Zhukov ile bir kahve sohbetinde buluşurlar. Zhukov övünçle Sovyet T-34 tanklarından bahsetmektedir. Konu bir ara 1943 yılında üretilen Josef Stalin tanklarına gelir. Zhukov "Yeni tanklarımız hedefe 4 kilometreden isabetli atış yapabilmektedir" sözüyle övünür. General sade kahvesinden bir yudum alır. Boğazını temizler. Her zamanki alaylı ses tonuyla "Benim bir tankçım, 4 kilometreden bir hedefe ateş açarsa ben o tankçı grubunu korkaklıktan divan-ı harbe veririm" der. Rus generalin büyüyen gözbebeklerinde şaşkınlık görünür.
Patton, Sovyetleri ABD için tehlikeli olarak gördü. Hatta, General Dwight Eisenhower'a, Batı cephesinde nihai zaferin kazanıldığını ve Almanlar ile bir ateşkes imzalanarak "Batı'ya karşı yeni bir tehlike oluşturacak" dediği Sovyetlerin durdurulmasına yönelik hazırladığı bir raporu sundu. Eisenhower'un raporu okuyup okumadığı meçhuldür. Zira, Patton'un Sicilya cephesindeki askere yönelik tutumundan dolayı onunla arası açıktı.
Guderian mantığı
Patton da tıpkı Alman General Heinz Guderian gibi savaşta zırhlı birliklerin önemini savunmuştur. Patton, 1943 senesinde BBC'ye verdiği bir röportajda İtalyan'ları mağlup edeceğini söylemişti. Bunu başardı da. Patton, İtalyanlara karşı savaşta Fransa ve İngiltere'den yeterli desteği alamadığı görüşünü de savunarak "Arkamda bir Fransız tümeni olacağına önümde Alman ordusu olsun" demiştir. BBC, müttefik güçlerin arasındaki elektiriklenmeye artırmak istemediği için bu röportajı radyo ve dönemin İngiliz gazetelerinde yayınlatmamıştır. Patton, sansür edilmiştir.(1)
Normandia çıkarmasına karşıydı
Patton, Normandia çıkarmasının büyük kayıplara neden olacağı görüşünü de savundu. Bu yüzden Batı cephesindeki çıkarmanın Sicilya kıyılarından yapılmasını önerdi. Mussollini komutasındaki İtalyan ordusu Almanlara göre daha zayıftı. Almanlar işlerini iyi yapan ve emir komutaya sorgusuz uyan subay ve asker kadrolarından oluşuyordu.
Ancak ABD komutan kademesi Patton'u dinlemeyerek, tarihin en büyük çıkarma harekâtını Normandia üzerinden gerçekleştirdi.
Patton, iki büyük dünya savaşında da ABD ordusunda aktif olarak rol aldı. Savaşı, bir ihtiyaç olarak gördü. Savaş ve harp tarihine öylesine meraklıydı. Savaş dışındaki tüm zamanını kitabına ve savaş stratejileri üzerine ayırdı. Zırhlı tank birliklerini daha çok nasıl geliştirebilirim diye düşündü hep.
Savaştan sonra Bavyera ve çeşitli alman şehirlerinde kısa süreli -Valilik statüsünde- görevler yaptı. Savaşta esir düşmüş Alman subaylarına saygılı davrandı. Onlarla savaş üzerine konuştu. Yerel Alman yöneticilerinin hiçbirini görevden almadı. Bu konuda sık sık ABD komuta kademesiyle tartışma yaşadı. Patton, Almanlara saygı duyduğunu her platformda sık sık dile getirdi.
Sovyetleri işgal planı üzerine (1945 nisanından ölümüne kadar -Aralık 2015) çalıştı. Yukarıda da söylediğim gibi Eisenhower'a rapor sunulduktan birkaç hafta sonra geçirdiği trafik kazasında hayatını kaybetti.
Kaynakça:
(1) War as I Knew It ( The Great Commanders ) by George S. Patton. Jr ( Generalin eşi tarafından kitaplaştırıldı. Yayınlanma senesi 1947 / Genelkurmay Başkanlığı 1952 yılında kitabı Türkçe'leştirdi)
The Unknown Patton / by Charles M. Province - Yayım tarihi 1983
Patton: A Genius for War / by Carlo D’Este - Yayımlanma tarihi 1995
Film
Patton / Francis Ford Coppola'nın senaryosunu yazdığı film 7 dalda Oscar kazandı
Son not
Ne yazı ki General Patton hakkında Türkçe kaynak okumak pek mümkün değil. 1952 yılında Genelkurmay Başkanlığı'nın çevirisi haricinde hemen hemen sağlam hiçbir kaynak yok. Türkçe'ye çevrilmiş kitabı da ancak yetkin birkaç sahaf -Türkiye genelinde- veya harp tarihi koleksiyoncularından bulabilirsiniz. (Kitaba ulaşmak isteyen bana yazabilir)
Okumak ve araştırmak isteyen yabancı kaynaklı kitapları, Amazon.com ve Goodreads gibi sitelerde e-book ve normal baskı kitap olarak bulabilirler. Bulamayanlar için yine yardımcı olabilirim (PDF kaynaklı)
28 Mart 2017 Salı
Jean-Paul Roux
Bu satırları bana yazdıran, bu kitabın oluşmasını sağlayan, bu sayfalarda iyi adına ne varsa borçlu olduğumuz olanların Orta Asya'dan uzak akrabaları, yine bunlar kadar uzak atalarıdır. Türkiye'de bu kitabı okumak isteyecek olanlar beni isterlerse sertçe ve eminim ki hoşgörüyle eleştirsinler ama kalplerinde bu insanlar için sevgi ve saygıyı eksik etmesinler...
Fransız Büyük Türkolog Türk Liyakat Madalyası Sahibi Tarihçi Jean-Paul Roux
Bahsedilen Kitap:
Türklerin Tarihi / Pasifikten Akdeniz'e 2000 Yıl - Kabalcı Yayınları
Fransız Büyük Türkolog Türk Liyakat Madalyası Sahibi Tarihçi Jean-Paul Roux
Bahsedilen Kitap:
Türklerin Tarihi / Pasifikten Akdeniz'e 2000 Yıl - Kabalcı Yayınları
27 Mart 2017 Pazartesi
Achtung Panzer; Heinz Guderian
Blitzkrieg Harekâtı'nın planlayıcısı. Dünya savaş tarihinin gördüğü en iyi komutanlardan.
Blitzkrieg stratejisiyle Almanların, Polonya'yı 1 haftada, senelerce uğraşılıp yapılan Maginot Hattı'ndaki Fransız savunmasını birkaç haftada, Belçika, Lüksemburg, Hollanda, Danimarka ve Norveç'i birkaç ayda ezip geçmesini sağladı.
Prusya ekolünden yetişen bir subay. Babası gibi o da asker. I. Dünya Savaşı'ndaki siper savaşlarını 'durağan' olarak gözlemledi. Savaştan sonra Almanya'nın yeni savaş stratejisi üzerine senelerini verdi.
Yeni stratejisini hıza, dayanıklılığa göre şekillendirdi. Guderian'a göre siper savaşları artık çağ dışıydı. Muharebelerde yapılabilecek en güzel hareket en hızlı şekilde imhaydı. Böylece saldıran taraf savunan taraftan daha az kayıp verecekti.
Alman motorize zırhlı birliklerinin mimarı oldu. Kafasında maketler çizdi, harita üzerinde olabilecek cephe savaşlarına çalıştı. Avrupa'nın işgali planını 1930'lu yılların başında kafasında taslak etti.
Hitler'in 1933'de iktidara gelmesine sevinlerden birid e o idi. Çünkü, Hitler, Almanya üzerindeki ambargoyu kaldıracağı söylemleriyle Alman halkı ve askeri tabanın desteğini almıştı.
Hitler'in iktidarından sonra Nasyonal Sosyalist Almanya'daki tüm fabrikalar bir canavara dönüştü. Tanklar, silahlar, uçaklar üretildi. Guderian da savaş üzerine çalışmalarını sürdürdü. Kendisine bağlı bir 19. Zırhlı Motorize Panzer Kolordusu'nu kurdu. Bu kolordu savaşta İngilizler, Fransızlar ve Ruslar'a en büyük kırımı yaşatacak güçtü.
1941 Guderian'ın Tankları Moskova topraklarında
Dunkirk'te Hitler'in emriyle durdurulan Guderian, Sovyet Rusya'ya karşı cephe açılmasına da karşıydı. Almanlar, eğer Dunkirk'te İngiliz askerlerini ellerinden kaçırmasaydılar savaşın Batı Cephesi, Almanların lehine sonuçlanacak ve belkide II. Dünya Savaşı geniş bir alana yayılmayarak son bulacaktı. Ancak Hitler böyle istemedi...
Barbarrossa Harekatı'nın başlamasıyla 1941 yılında Moskova'daki Kremlin Sarayı'nın burçlarını gören Guderian'a, Hitler'den tekrar durması yönünde emir gelir. Askerlik kıdemini onbaşılıktan yukarıya çıkaramamış Gazi ( Lafa takılmaya gerek yok, I. Dünya Savaşı'nda yaralanıp gazilik unvanı olduğu için kullandım) Hitler, Guderian'a cephede piyadeleri beklemesi yönünde telgraf gönderir.
Guderian, beklemenin zaman kaybı olacağını söylese de Hitler'in emri kat'î surette dinlenir. Ve Almanya'nın çöküşüne kadar gidecek olan cephelerdeki mağlubiyet serileri o gün başlamış olur.
1943
1943 senesinde cephe hattı gerisinde kalma fikrini savunan Guderian haklı çıkar. Rus ordularının hücumuyla dağılan Almanya Budapeşte ve Arden hattına çekilir. Hitler, yine Guderian'a görev verir. Ancak Hitler, savaşın hiçbir döneminde Guderian'ı dinlememiştir. Savunma gücü isteyen Guderian Doğu Cephesi'nin önemine dikkat çeker. Ancak Hitler, kuvvetlerinin büyük kısmını Fransa ve Normandia kıyılarına nakledilmesini emreder. Guderian Doğu Cehpesi'nde yine yalnız kalmıştır.
Mağlubiyet kaçınılmazdır. Guderian 1944 yılında Hitler ile görüşür. Bu an tarih kitaplarına Hitler'e sesini yükselten General olarak geçecektir. Genarelinden olağanüstü bir tepki gören Hitler, Guderian'ı cephe gerisine çeker. Guderian'da ordudaki 'Hitler yalakası' subaylardan bıktığı için hastalığını öne sürerek Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevini bırakır.
Alman tarihinin en büyük komutanlarından
Heinz Guderian, Alman tarihinin yetiştirdiği en büyük kumandanlardandı. Nasyonal Sosyalist düşünceyi hiçbir zaman benimsemedi. Askerdi, Prusya ekolünden geliyordu. Disiplinliydi ve Alman milliyetçisiydi. Almanya'ya savaşı kaybettiren Guderian değil, Hitler'in Dunkirk, Barbarossa Harekâtı'nda yaptığı inanılmaz stratejik hatalardı.
Guderian, savaş tarihinin en yüksek sayıdaki esirini sağ olarak ele geçiren de tek komutandı. 1941 Doğu Cephesi / 600 bin küsur Sovyet askeri
Kaynakça:
Heinz Guderian / Gerinnerungen Eines Soldaten Türkçe'ye çeviren Korgeneral İhsan Gürkan / Kastaş Yayınları 3. Baskı 850 Sayfa
Achtung Panzer!: The Development of Tank Warfare Yazan: Heinz Guderian
Kitabı okumak ve satın almak için tık tık
* Ayrıca Fransız ve BBC'nin çektiği Heinz Guderian belgesellerine göz atılabilir
Meraklısı için: Guderian'ın cephe savaşlarını, stratejilerini, plan ve tüm raporlarını detaylıca yazmaya devam edeceğim.
26 Mart 2017 Pazar
King the Cool; Steve McQueen
King the Cool
Dünyanın en güzel sigara içen adamı. Onun içtiği sigara zararlı değil. Hep birden fazla sevgilisi olan ancak kadınların tek sevgilisi.
McQueen, ailesizdi. Babasını hiç tanımadı, annesiyle ilk kez 12 yaşında hırsızlık ve yankesicilik yaptığı için polis karakolunda görmesiyle tanıştı. Anne oğluyla uğraşmak istemedi. Polisten sonra onu Chino Hills ıslahevine gönderdi.
McQueen burada 6 yıl geçirdi. Zaman zaman ıslahevinden kaçtı, kavga etti, dişi kırıldı, kulağı kemirildi. Duyma sorunu vardı ancak tedavisine geç kalındığı için sağ kulağında işitme kaybı yaşadı.
18 yaşında Amerikan Deniz Kuvvetleri'ne attı kendini. Denizci olmak istedi. Asker olacaktı. Bir dalış eğitimi esnasında basınçtan dolayı sağ kulağı yine sıkıntı çıkardı. Sonrası yüzde 90 sağırlık. Askerlik bitti.
Motor tutkunuydu. Hızı, seviyordu. Yarışlar, kavgalar biraz parayla iki yıl geçti. 22 yaşında oyuncu oldu. Sonrasını biliyorsunuz. Ben McQueen'in oynadığı filmleri, oyunculuğunu tek tek yazmayacağım. Benim dikkat çekmek istediğim nokta onun neden King the Cool olması.
" McQueen, kaprisli.Film setlerinde tarak, şampuan, sabun, krem, tıraş makinleri, fazlada jean pantolon, kazak, palto, kalem, kağıt istiyor. "
Sonradan anlaşıldı. O öldükten sonra. İstediği tüm bu malzemeleri yetiştiği ıslahevi başta olmak üzere yardım ettiği, ıslahevlerindeki çocuklara gönderiyordu. Çocuklar, Mcqueen'i çok seviyorlar ona teşekkür mektupları yazıyorlardı. McQueen tüm bu mektuplara da cevap veriyordu. Setlere geç ve yorgun gitmesinin en büyük nedenlerinden biri sabahlara kadar bu mektuplara yazdığı yanıtlardır. Servetinin büyük bir kısmını California Junior Boys Republic Islahevi'ne bıraktı. Ve o ıslahevinin kapısında şu cümle yazıyordu: Steve McQueen, buraya çocuk olarak girdi, adam olarak çıktı
Dünyanın en güzel sigara içen adamı. Onun içtiği sigara zararlı değil. Hep birden fazla sevgilisi olan ancak kadınların tek sevgilisi.
McQueen, ailesizdi. Babasını hiç tanımadı, annesiyle ilk kez 12 yaşında hırsızlık ve yankesicilik yaptığı için polis karakolunda görmesiyle tanıştı. Anne oğluyla uğraşmak istemedi. Polisten sonra onu Chino Hills ıslahevine gönderdi.
McQueen burada 6 yıl geçirdi. Zaman zaman ıslahevinden kaçtı, kavga etti, dişi kırıldı, kulağı kemirildi. Duyma sorunu vardı ancak tedavisine geç kalındığı için sağ kulağında işitme kaybı yaşadı.
18 yaşında Amerikan Deniz Kuvvetleri'ne attı kendini. Denizci olmak istedi. Asker olacaktı. Bir dalış eğitimi esnasında basınçtan dolayı sağ kulağı yine sıkıntı çıkardı. Sonrası yüzde 90 sağırlık. Askerlik bitti.
Motor tutkunuydu. Hızı, seviyordu. Yarışlar, kavgalar biraz parayla iki yıl geçti. 22 yaşında oyuncu oldu. Sonrasını biliyorsunuz. Ben McQueen'in oynadığı filmleri, oyunculuğunu tek tek yazmayacağım. Benim dikkat çekmek istediğim nokta onun neden King the Cool olması.
" McQueen, kaprisli.Film setlerinde tarak, şampuan, sabun, krem, tıraş makinleri, fazlada jean pantolon, kazak, palto, kalem, kağıt istiyor. "
Sonradan anlaşıldı. O öldükten sonra. İstediği tüm bu malzemeleri yetiştiği ıslahevi başta olmak üzere yardım ettiği, ıslahevlerindeki çocuklara gönderiyordu. Çocuklar, Mcqueen'i çok seviyorlar ona teşekkür mektupları yazıyorlardı. McQueen tüm bu mektuplara da cevap veriyordu. Setlere geç ve yorgun gitmesinin en büyük nedenlerinden biri sabahlara kadar bu mektuplara yazdığı yanıtlardır. Servetinin büyük bir kısmını California Junior Boys Republic Islahevi'ne bıraktı. Ve o ıslahevinin kapısında şu cümle yazıyordu: Steve McQueen, buraya çocuk olarak girdi, adam olarak çıktı
24 Mart 2017 Cuma
II. Dünya Savaşı Notları: 'Kara Şeytan' Eric Hartmann #1
Eric Hartmann.
Tüm zamanların en çok uçak düşüren savaş pilotu. Almanlar ona 'Kara Şeytan' diyor. Dönemin Luftwaffe Komutanı Hemann Göring tarafından 1425 uçuş görevi verildi. Hartmann, tüm uçuş görevlerinden 'tam isabet'le çıktı.
1. sınıf Alman Demir Haç Şovalye Nişanı'yla ödüllendirildi.
Hartmann'la ilgili yazarın notu:
1939 ile 1945 yılları arasında Nasyanol Sosyalist askeri olarak görev yapması şanına leke düşürmez. II. Dünya Savaşı'ndan sonra 10 senelik mahkumiyet yaşadı. Batı Almanya'nın girişimleri sayesinde Sovyet hapishanelerinden çıkarıldı. Hartmann, hapisten sonra yeniden Alman Hava Kuvvetleri'nde görev yaptı.
Kaynaklar: Blond Knight Of Germany / Raymond Toliver and Trevor Constable
Tüm zamanların en çok uçak düşüren savaş pilotu. Almanlar ona 'Kara Şeytan' diyor. Dönemin Luftwaffe Komutanı Hemann Göring tarafından 1425 uçuş görevi verildi. Hartmann, tüm uçuş görevlerinden 'tam isabet'le çıktı.
1. sınıf Alman Demir Haç Şovalye Nişanı'yla ödüllendirildi.
Hartmann'la ilgili yazarın notu:
1939 ile 1945 yılları arasında Nasyanol Sosyalist askeri olarak görev yapması şanına leke düşürmez. II. Dünya Savaşı'ndan sonra 10 senelik mahkumiyet yaşadı. Batı Almanya'nın girişimleri sayesinde Sovyet hapishanelerinden çıkarıldı. Hartmann, hapisten sonra yeniden Alman Hava Kuvvetleri'nde görev yaptı.
Kaynaklar: Blond Knight Of Germany / Raymond Toliver and Trevor Constable
23 Mart 2017 Perşembe
Ergin Ataman'dan Beşiktaş'a 'kinayeli' tebrik
Ergin Ataman. Seveni de çok sevmeyeni de. Galatasaray tribünlerini ikiye bölen bir koç. Bana kalırsa yaşattığı Eurocup şampiyonluğu ve Marko Ivkovic olayı sonrası Belgrad'daki Kızılyıldız zaferi her şeyin önüne geçer. Ataman'ın kredisi sonsuzdur o yüzden.
Lafı uzatmadan Ergin Ataman'ın Milliyet Gazetesi Spor Ödülleri'de Yılın En İyi Takımı'nın Beşiktaş seçilmesine ilişkin Instagram'dan yaptığı paylaşıma bakalım.
Haklı mı?
Hem de çok...
Lafı uzatmadan Ergin Ataman'ın Milliyet Gazetesi Spor Ödülleri'de Yılın En İyi Takımı'nın Beşiktaş seçilmesine ilişkin Instagram'dan yaptığı paylaşıma bakalım.
Haklı mı?
Hem de çok...
Jason Statham
Son bir kaç senedir her şeyi doğru yapmaya çalışıyorum. Tek başınıza antrenman yaparken her hareketinize odaklanabilir ve gözden geçirebilirsiniz, iyiler mi kötüler mi diye bakabilirsiniz. Bugünlerde internette binlerce bilgi var. Bir hareketi doğru yapmak için kendinizi sakatlamadan hangi ağırlığı kaldırmanız gerektiği hakkında istediğiniz her bilgiye ulaşabiliyorsunuz. Tek başıma antrenman yapmak gerçekten hoşuma gidiyor.
Men's Helt 2017
Men's Helt 2017
Kahve
Lütfen bir bardak kahve daha
*Kahve.
*Eski sevgili gibi, insanı sürekli gergin ve uyanık tutuyor.
*Kimilerine göre de en büyük iptila, tiryakilik. Kitap okumaktan da öte...
*Sabahları sevdicek kokusu, öğleden sonraları stres öğütücü, akşamları film arası.
*Uzun yolların vazgeçilmezi. "Bir kahve molası verelim" diyen sürücülerin en büyük motivasyonu.
*Osmanlı Dönemi'nde 'afyon, esrar ve haşhaş'ın yanında lokumla ikrâm edilen mançizlik tat.
*Yunanlılar soğuk, Türkler 3 -5 yudumda, Almanlar koca fincanda, Hollanda'lılar sabah kalktıktan hemen sonra, İngilizler kahvaltıdan önce severler.
*İshale kesin çözüm. Bir kaşık çiğ kahve ve limon. Günde 1 bardak kahve vücuda yarar.
* "Çok yalnızım", "Bunalımdayım", "Hava yağmurlu" ise size bir dost. Son Yalnızlık Bükücü.
*Bazı söylentilere göre 16. Yüzyılda kafayı bozduğu gerekçesiyle yasaklandığı söylenen tat.
*O kadar sevilir ki telvesini dahi yiyenler olur.
*Bir rivayete göre Etiyop'ya da bir çobanın keşfettiği içecek.
*Kahve.
*Eski sevgili gibi, insanı sürekli gergin ve uyanık tutuyor.
*Kimilerine göre de en büyük iptila, tiryakilik. Kitap okumaktan da öte...
*Sabahları sevdicek kokusu, öğleden sonraları stres öğütücü, akşamları film arası.
*Uzun yolların vazgeçilmezi. "Bir kahve molası verelim" diyen sürücülerin en büyük motivasyonu.
*Osmanlı Dönemi'nde 'afyon, esrar ve haşhaş'ın yanında lokumla ikrâm edilen mançizlik tat.
*Yunanlılar soğuk, Türkler 3 -5 yudumda, Almanlar koca fincanda, Hollanda'lılar sabah kalktıktan hemen sonra, İngilizler kahvaltıdan önce severler.
*İshale kesin çözüm. Bir kaşık çiğ kahve ve limon. Günde 1 bardak kahve vücuda yarar.
* "Çok yalnızım", "Bunalımdayım", "Hava yağmurlu" ise size bir dost. Son Yalnızlık Bükücü.
*Bazı söylentilere göre 16. Yüzyılda kafayı bozduğu gerekçesiyle yasaklandığı söylenen tat.
*O kadar sevilir ki telvesini dahi yiyenler olur.
*Bir rivayete göre Etiyop'ya da bir çobanın keşfettiği içecek.
22 Mart 2017 Çarşamba
Hafta içi izlencesi; Good Place
Gündem yoğun. İşler sıkıcı. Havaların ısınmasıyla herkes "Hafta sonu nereye kaçsak" sorusunun altını doldurmaya çalışıyor. Hafta sonu için bilemem ama hafta içi sizi sıkıntılarınızdan kurtaracak 24 dakikaya davet ediyorum.
Good Place. 1 haftalık periyotta bitirilecek bir dizi. İzleyin, bitirdikten sonra elbette önerilerimiz olacaktır.
Alternatif linkler
Tık tık 1
Tık tık 2
Good Place. 1 haftalık periyotta bitirilecek bir dizi. İzleyin, bitirdikten sonra elbette önerilerimiz olacaktır.
Alternatif linkler
Tık tık 1
Tık tık 2
20 Mart 2017 Pazartesi
İngiliz Beyefendisi; Guy Rithcie
Guy Rithcie
Kendi sahasında top çevirmeyi sevmiyor. Pozitif futboldan yana. Bu yüzden de agresif. Bu agresifliği filmlerindeki karakterlerine de yansıtıyor.
Guy Ritchie'nin elemanları coşkunlar, kavgacılar, olabildiğine sertler. Elemanların dörtlü arkadaşlığını kimse bozamaz. Birbirlerine bağlılar.
Ritchie topu şişirmez. Kolektif futboldan taraftır ki bu yüzden de onun filmlerinde tek bir başrol oyuncu olmaz. Roller eşit ağırlıkta dağılır ve her karakter filmi rahatlıkla götürür.
Ritchie topu taça atmaz,vakit geçirmez. Filmlerinde gereksiz aşk, sevişme sekansları yoktur. İçi boş kahramanlık hikâyelerine özgünmez, karakterler ve konu son derece gerçektir.
Ritchie de arada ofsayta düşer. The Man From U.N.C.L.E'da olduğu gibi Hollywood artık onu 'Kültür ve Eğlence Endüstrisi'ne dahil eder. Ama her ne kadar endüstriyel futbola karşı olsak da bu oyun için sponsor ve para şarttır. Bu yüzden Ritchie'nin Hollywood'a transferi Şampiyonlar Ligi'ne çıkan takımın kadrosuna yıldız oyuncuları katabilmek amacıyla göğsüne aldığı reklamdır. Teşbihte hata olmaz.
Ritchie maçı 90 dakika oynar ve 1-0'lık skora yatmaz. 1-0, 2-0 da olsa ileriye dönük oynamayı sürdürür. Golü de yer. Bazen berabere biter bazen de 2-0'dan maçı 2-3'ye verir. Sharlock Holmes da böyle olmadı mı?
Ve tabii Madonna ile evliliğinde balayı niyetine çektiği o film... Swept Away. Bu filmi Ritchie yakmalı. Film kesinlikle yayılmamalı ve yok edilmeli.
Kendi sahasında top çevirmeyi sevmiyor. Pozitif futboldan yana. Bu yüzden de agresif. Bu agresifliği filmlerindeki karakterlerine de yansıtıyor.
Guy Ritchie'nin elemanları coşkunlar, kavgacılar, olabildiğine sertler. Elemanların dörtlü arkadaşlığını kimse bozamaz. Birbirlerine bağlılar.
Ritchie topu şişirmez. Kolektif futboldan taraftır ki bu yüzden de onun filmlerinde tek bir başrol oyuncu olmaz. Roller eşit ağırlıkta dağılır ve her karakter filmi rahatlıkla götürür.
Ritchie topu taça atmaz,vakit geçirmez. Filmlerinde gereksiz aşk, sevişme sekansları yoktur. İçi boş kahramanlık hikâyelerine özgünmez, karakterler ve konu son derece gerçektir.
Ritchie de arada ofsayta düşer. The Man From U.N.C.L.E'da olduğu gibi Hollywood artık onu 'Kültür ve Eğlence Endüstrisi'ne dahil eder. Ama her ne kadar endüstriyel futbola karşı olsak da bu oyun için sponsor ve para şarttır. Bu yüzden Ritchie'nin Hollywood'a transferi Şampiyonlar Ligi'ne çıkan takımın kadrosuna yıldız oyuncuları katabilmek amacıyla göğsüne aldığı reklamdır. Teşbihte hata olmaz.
Ritchie maçı 90 dakika oynar ve 1-0'lık skora yatmaz. 1-0, 2-0 da olsa ileriye dönük oynamayı sürdürür. Golü de yer. Bazen berabere biter bazen de 2-0'dan maçı 2-3'ye verir. Sharlock Holmes da böyle olmadı mı?
Ve tabii Madonna ile evliliğinde balayı niyetine çektiği o film... Swept Away. Bu filmi Ritchie yakmalı. Film kesinlikle yayılmamalı ve yok edilmeli.
II. Körfez Savaşı'nın bana hatırlattıkları
II. Körfez Savaşı
20 Mart 2003 yılı. Saat sabahın 5'i. Babam anlamsız şekilde ayakta. Benim çişim geldiği için zor bela tuvalete gitmeye çalışıyorum. Babam, NTV'yi açmış izliyor. NTV'de BBC'den yayını çekmiş. Ekranda babamın 'Puşt' olarak adlandırdığı dönemin ABD Başkanı George W. Bush konuşuyor. Irak'a Koalisyon Güçleri ile birlikte barış ve demokrasi götürmek amacıyla giriyoruz.
Bush ekrandan Beyaz Saray'ın odasına girerken televizyondan Bağdat'a atılan füzeler gösteriliyor. Füzeleri görünce olan çişimi unuttum. Bağdat'a atılan füzeleri izlemeye başladım babamla. Babam konuştu; 21. Yüzyılın insanı televizyonlardan canlı olarak savaşı izliyor
Kafamı camdan dışarı çıkarıyorum. Edirne'nin 'Mart kapıdan baktırır' sözüne bizzat tanıklık ediyorum. Hava buz gibi, sitedeki tüm dairelerin ışıkları yanık. Karşı apartmana bakıyorum orada da tüm dairelerin ışıkları yanıyor. Millet savaşı izlemek için uyanmış erkenden. Babama sesleniyorum. Herkes ayakta, atılan füzeleri izliyorlar televizyonda
Evdeki anlamsız savaşı izleme sürem 5 en fazla 7 dakika sürüyor. Uykulu olarak tekrar yatağıma dönüyorum. Gözlerim hemencecik kapanıyor ve uykuya devam ediyorum.
Ertesi gün okulda 4/A ve 4/B olarak elemanlarla maç yapıyoruz. Bizi yeniyorlar. Sonradan Stalinist olan bir arkadaşımın ağzından şu cümleler dökülüyor. "Beyler, Amarka Irak'a girdi. Bugün biz kaybettik ama ezilen Irak halkı savaşı kazanacaktır." 11 yaşındaki elemanın ağzından bu sözleri duyunca anlamlandıramıyorsunuz. Bize ne bundan şimdi Mert?
Lâkin bugün II. Körfez Savaşı'nın 14. yıl dönümünde bir arkadaşım Bush ile çekilmiş olan fotoğrafını yüklemiş Facebook'a. O da bizimle o gün maç yapıyordu. "Amarka" diyen arkadaşım ile Bush fotoğrafını Facebook'a yükleyen arkadaşım şimdi çok ayrı yerdeler ayrı kafadalar. Ama 14 yıl önce o gün aynı takım için kazanmanın mücadelesini veriyorlardı, veriyorduk.
O elemanlara ne oldu? Biri Amarka'da bir dijital ajansta çalışıyor diğeri de (Stalinist olan bu) bir reklam ajasından grafikerlik yapıyor. İkisini de selam. İkisi de iyi çocuklar.
Maçtan sonra parası olan parası olmayana da su ısmarlamıştı o gün....
Film önerisiyle yazıya son kelamımızı edelim.
Live From Baghdad Tık Tık
20 Mart 2003 yılı. Saat sabahın 5'i. Babam anlamsız şekilde ayakta. Benim çişim geldiği için zor bela tuvalete gitmeye çalışıyorum. Babam, NTV'yi açmış izliyor. NTV'de BBC'den yayını çekmiş. Ekranda babamın 'Puşt' olarak adlandırdığı dönemin ABD Başkanı George W. Bush konuşuyor. Irak'a Koalisyon Güçleri ile birlikte barış ve demokrasi götürmek amacıyla giriyoruz.
Söz konusu fotoğraf. O gün NTV'de de bu görüntü vardı |
Kafamı camdan dışarı çıkarıyorum. Edirne'nin 'Mart kapıdan baktırır' sözüne bizzat tanıklık ediyorum. Hava buz gibi, sitedeki tüm dairelerin ışıkları yanık. Karşı apartmana bakıyorum orada da tüm dairelerin ışıkları yanıyor. Millet savaşı izlemek için uyanmış erkenden. Babama sesleniyorum. Herkes ayakta, atılan füzeleri izliyorlar televizyonda
Evdeki anlamsız savaşı izleme sürem 5 en fazla 7 dakika sürüyor. Uykulu olarak tekrar yatağıma dönüyorum. Gözlerim hemencecik kapanıyor ve uykuya devam ediyorum.
Ertesi gün okulda 4/A ve 4/B olarak elemanlarla maç yapıyoruz. Bizi yeniyorlar. Sonradan Stalinist olan bir arkadaşımın ağzından şu cümleler dökülüyor. "Beyler, Amarka Irak'a girdi. Bugün biz kaybettik ama ezilen Irak halkı savaşı kazanacaktır." 11 yaşındaki elemanın ağzından bu sözleri duyunca anlamlandıramıyorsunuz. Bize ne bundan şimdi Mert?
Lâkin bugün II. Körfez Savaşı'nın 14. yıl dönümünde bir arkadaşım Bush ile çekilmiş olan fotoğrafını yüklemiş Facebook'a. O da bizimle o gün maç yapıyordu. "Amarka" diyen arkadaşım ile Bush fotoğrafını Facebook'a yükleyen arkadaşım şimdi çok ayrı yerdeler ayrı kafadalar. Ama 14 yıl önce o gün aynı takım için kazanmanın mücadelesini veriyorlardı, veriyorduk.
O elemanlara ne oldu? Biri Amarka'da bir dijital ajansta çalışıyor diğeri de (Stalinist olan bu) bir reklam ajasından grafikerlik yapıyor. İkisini de selam. İkisi de iyi çocuklar.
Maçtan sonra parası olan parası olmayana da su ısmarlamıştı o gün....
Film önerisiyle yazıya son kelamımızı edelim.
Live From Baghdad Tık Tık
İngiliz Kara Mizahı / Lock Stock And Two Smoking Barrels
Guy Rithcie'nin sinematografisini mi seviyoruz yoksa onun yarattığı karakterleri mi?
Bence her ikisi de.
Yaşadığı topraklardan beslenen yönetmenleri sinemacılar seviyor. Guy Ritchie de İngiltere'den başka hiçbir ülkede bulamayacağı absürd karakterleri gördüğü şekilde naklediyor beyazperdeye. Doğal olarak biz de onu çok seviyoruz.
1998 / Lock Stock
Lock Stock'taki, Tom, Soap, Eddy, Bacon karakterleri ona uzak değil. Elemanlarını oluştururken çocukluğunda Tom, Soap, Eddy gibi kumar oynamayı çok iyi bilen, Heineken birayı seven, kadınlarla ilgisi olmayan ve bol sigara içen abileri olduğunu söylüyor Ritchie.
Lock Stock, İngiliz absürd sinemasının, kara mizahın doruk filmi. Ritchie, Snatc, Revolver, Sherlock Holmes, The Man From U.N.C.L.E olmak üzere hiçbir işte -bana göre- Lock Stock'ın üzerine koyamadı.
Lock Stock'ı rahatlıkla sinemanın 100 Temel Eseri arasında sayabiliriz.
Ayrıca filmin muhteşem bir de soundtrack listesi var.
Bir sonraki yazı Lock Stock'ın oyuncu kadrosuna ilişkin olacak....
Bence her ikisi de.
Yaşadığı topraklardan beslenen yönetmenleri sinemacılar seviyor. Guy Ritchie de İngiltere'den başka hiçbir ülkede bulamayacağı absürd karakterleri gördüğü şekilde naklediyor beyazperdeye. Doğal olarak biz de onu çok seviyoruz.
1998 / Lock Stock
Lock Stock'taki, Tom, Soap, Eddy, Bacon karakterleri ona uzak değil. Elemanlarını oluştururken çocukluğunda Tom, Soap, Eddy gibi kumar oynamayı çok iyi bilen, Heineken birayı seven, kadınlarla ilgisi olmayan ve bol sigara içen abileri olduğunu söylüyor Ritchie.
Lock Stock, İngiliz absürd sinemasının, kara mizahın doruk filmi. Ritchie, Snatc, Revolver, Sherlock Holmes, The Man From U.N.C.L.E olmak üzere hiçbir işte -bana göre- Lock Stock'ın üzerine koyamadı.
Lock Stock'ı rahatlıkla sinemanın 100 Temel Eseri arasında sayabiliriz.
Ayrıca filmin muhteşem bir de soundtrack listesi var.
Bir sonraki yazı Lock Stock'ın oyuncu kadrosuna ilişkin olacak....
Pazar filmleri #1 Inglorious Basterds
Bol rakılı, biralı geçen cumartesi akşamından sonra sıvı kaybından dolayı baş ağrısı çeken bünyelere ilaç gibi bir film. Elbette izlediniz, biliyorum ancak tekrar tekrar izlenecek bir Tarantino filmi.
Ve o sahne...
19 Mart 2017 Pazar
Bir Delinin Hatıra Defteri
Bir Delinin Hatıra Defteri'ni 2014'ten beri izlemek istiyordum. O dönem bilet bulamamıştım. Geçen sene de yine bilet bulamadım. En sonunda bu sene oyuna gidebilmek kısmet oldu.
Erdal Beşikçioğlu öncelikle iyi bir tiyatro sanatçısı. 1 saat 10 dakika süren oyunda tek başına muazzam bir performans sergiledi. Beni oyuna bağlı tutan tek sebep Erdal Beşikçioğlu'nun performansıydı. Oyuna gidenlerin büyük çoğunluğu da konudan ziyade tahayyüllerindeki Behzat Amiri, canlı görebilmek için gidiyorlar.
Oyunu izlemek için en ideal mesafe / Sahne altı |
Ancak söylenmesi gereken birkaç husus daha olacak. Uniq Hall sahnesi oldukça büyük. Biz, sevdiceğimle S sırasında oturduk. Koltuk numaralarımız 13 ve 14'tü. Salonun sahneye uzaklık olarak tam ortası. Yerimizi uygun zannediyordum ki oyun başladıktan sonra hayli uzak kaldığımızı fark ettim. Beşikçioğlu'nun performasını, mimiklerini, hâl ve tavırlarını görmek mümkün olmadı. İnanıyorum ki onu yakından izleyenler performansına hayran kalmışlardır. Biz çok uzaktık ve sanki Yotube'dan oyunun seslendirmesini dinliyormuş gibi hissettik. Kopmalardan dolayı birçok izleyici Instagram'a hikâye attı, Galatasaray maçının sonucu fısıldaşmaya başladı.
Ayrıca birkaç kez mikrofon patladı. Aksilikler elbet olacak, Beşikçioğlu için hepsi mazur görülür. Gördük de.
Velhasıl tiyatro oyunu eleştirmeni değilim lâkin tek bir tavsiyem olacak. Oyuna gidecekler biletlerini ne kadar sahneye yakın alırlarsa o kadar iyi.
Şimdiden iyi seyirler
7 yıl sonra Kaan Tangöze
Kaan Tangöze. Müziği seviyor. Konser vermeyi, söylemeyi, söylerken kahve bardağında dilini çıkararak votka içmeyi, sahnedeyken, kendisini dinleyenlerle sohbet etmeyi, salaş beyaz tişört üzerine önü açık gömlek, altına da outdoor ayakkabı giymeyi seviyor. Biz de onu çok seviyoruz.
16 Mart Perşembe akşamı Babylon'daydık. Kaan Tangöze'yi 2010'daki Foça Rock Tatili'nden beri ilk kez canlı dinledim. Seneler geçmesine rağmen yaptığı işten keyif alıyor olması neden Kaan Tangöze'nin hâlâ sevdildiğinin en büyük göstergesi. Sahnede para için söyleyenlerden değil.
Mutlu görüyorsunuz Kaan'ı sahnede, siz de mutlu oluyorsunuz. Birileri bağırıyor, ufaktan bir çocuk, yeni 18'ine girmiş "Kaan abiiii, sigara yak, sigaraaa". Kaan cevaplıyor. "Biz arkada sigara içtik". Çocuk mutlu oluyor Kaan'ın yanıtına. Çocuk bunun üzerine "Dışarıya sigara içmeye çıkacağım" diyor yanındaki sevdiceğine. Sevdiceği Kaan'ı dinleme devam ediyor, çocuk sigara...
Kaan başlıyor çalmaya. 'Asrın Ozanı', Aşık Mahzuni'den giriyor. Dom Dom Kurşunu, Gül Yüzlü Cananım arka arkaya çınlıyor Babylon duvarlarında. Yürü Bre Mervanın Dölü'yle hep birlikte eşlik ediyoruz türkülerine.
Sonra Gezi'ye selam çakıyor Kaan. Ali İsmail'e, Berkin'e, Ethem'e, Taksim Meydanı'nda elinde talcidli su, cebinde limon ile copa, TOMA'ya karşı duranlar için söylüyor.
Doğayı katleden, post modern yapılaşmaya da sömürü zihniyete de meydan okuyor Kaan. Baltalar Elimizde, Başbakan önümüzde diye giriyor söze Cumhurbaşkanı her yerde'yle bitiriyor.
Bu arada dün geceki konserde öğrendim. Cengiz Baysal ile Kaan arasında anlaşmazlık yaşanmış. Bu yüzden de Cengiz, bagetlerini bırakmış. Bir süredir de çalmıyormuş. Şaşırdım, çok şaşırdım. O kadar uzak kalmışım ki gruba grup içindeki 'kulis'ten haberim dahi yok. Umarım en kısa sürede araları düzelir ve Alen Konakoğlu'ndan sonra gruba en çok yakışan Cengiz Baysal tekrar bateri bagetlerini eline alır.
Videolar da bir iki gün içinde yüklenecek....
16 Mart Perşembe akşamı Babylon'daydık. Kaan Tangöze'yi 2010'daki Foça Rock Tatili'nden beri ilk kez canlı dinledim. Seneler geçmesine rağmen yaptığı işten keyif alıyor olması neden Kaan Tangöze'nin hâlâ sevdildiğinin en büyük göstergesi. Sahnede para için söyleyenlerden değil.
Mutlu görüyorsunuz Kaan'ı sahnede, siz de mutlu oluyorsunuz. Birileri bağırıyor, ufaktan bir çocuk, yeni 18'ine girmiş "Kaan abiiii, sigara yak, sigaraaa". Kaan cevaplıyor. "Biz arkada sigara içtik". Çocuk mutlu oluyor Kaan'ın yanıtına. Çocuk bunun üzerine "Dışarıya sigara içmeye çıkacağım" diyor yanındaki sevdiceğine. Sevdiceği Kaan'ı dinleme devam ediyor, çocuk sigara...
Kaan başlıyor çalmaya. 'Asrın Ozanı', Aşık Mahzuni'den giriyor. Dom Dom Kurşunu, Gül Yüzlü Cananım arka arkaya çınlıyor Babylon duvarlarında. Yürü Bre Mervanın Dölü'yle hep birlikte eşlik ediyoruz türkülerine.
Sonra Gezi'ye selam çakıyor Kaan. Ali İsmail'e, Berkin'e, Ethem'e, Taksim Meydanı'nda elinde talcidli su, cebinde limon ile copa, TOMA'ya karşı duranlar için söylüyor.
Doğayı katleden, post modern yapılaşmaya da sömürü zihniyete de meydan okuyor Kaan. Baltalar Elimizde, Başbakan önümüzde diye giriyor söze Cumhurbaşkanı her yerde'yle bitiriyor.
Bu arada dün geceki konserde öğrendim. Cengiz Baysal ile Kaan arasında anlaşmazlık yaşanmış. Bu yüzden de Cengiz, bagetlerini bırakmış. Bir süredir de çalmıyormuş. Şaşırdım, çok şaşırdım. O kadar uzak kalmışım ki gruba grup içindeki 'kulis'ten haberim dahi yok. Umarım en kısa sürede araları düzelir ve Alen Konakoğlu'ndan sonra gruba en çok yakışan Cengiz Baysal tekrar bateri bagetlerini eline alır.
Videolar da bir iki gün içinde yüklenecek....
16 Mart 2017 Perşembe
Sufleband / Melek
Göksü Taşçeviren. Güzel kadın, güzel ses. Gitarda da Mustafa Atik.
İkisini de dev selamlar ve başarılar...
15 Mart 2017 Çarşamba
Toto / Hold The Line
David Lynch 1984'te gruptan Dune filminin müziklerini yapmasını ister. Yaparlar da. Ülke topraklarında yaşayan kişilerin pek de duymadığı bilmediği isimdir Toto.
Haftaiçi mesai saatinde güzel 3-4 dakika geçirmek isteyenler için şiddetle tavsiye ederim.
Hold The line, Hold The Door. Yok o burada değildi...
14 Mart 2017 Salı
The Walking Dead #7/13
Robert Kirkman'ın basit bir çizgi roman olarak başlattığı ve daha sonra seri haline getirdiği projesi The Walking Dead, 2011 yılından itibaren tüm dünyada en çok takipçisi olan dizilerden biri haline geldi. Breaking Bad, Game Of Thrones gibi ağır topların yanında kendine özgü bir izleyici kitlesi kazanan yapım, AMC'ye ve Kirkman'a milyonlarca dolarlık gelir de getirdi. Öyle ki, çizgi romanın dizisi, oyunu, 'spin off'ları piyasaya sürüldü.
Robert Kirkman tarafından 2013 yılında yazılan ve 2015'te yine AMC tarafından çekilen 'Fear The Walking Dead', en az gerçek Walking Dead kadar tat verdi. Dizinin sıkı takipçileri bu kez de radarına 'Fear' versiyonunu aldı.
Kirkman bile The Walking Dead'in bu duruma geleceğini tahmin edememiş. Diziye sponsorlar aracılığıyla ödenen milyonlarca doların devam edebilmesi ödeneğin kesilmemesi için dizinin de bir şekilde var olması gerekiyor. Bu yüzden The Walking Dead'in 7. sezonu sönük geçiyor. Dün geceki bölüme gelen eleştirilerin haklı tarafları var ancak sektör böyle arkadaşlar. Senaristler, yönetmenler gelen eleştirilere değil de dizinin reyginlerine ve izlenme oranlarına göre davranış sergiliyorlar.
Ama hayranları merak etmesinler onları tatmin edici bir final bekliyor....
Robert Kirkman tarafından 2013 yılında yazılan ve 2015'te yine AMC tarafından çekilen 'Fear The Walking Dead', en az gerçek Walking Dead kadar tat verdi. Dizinin sıkı takipçileri bu kez de radarına 'Fear' versiyonunu aldı.
Kirkman bile The Walking Dead'in bu duruma geleceğini tahmin edememiş. Diziye sponsorlar aracılığıyla ödenen milyonlarca doların devam edebilmesi ödeneğin kesilmemesi için dizinin de bir şekilde var olması gerekiyor. Bu yüzden The Walking Dead'in 7. sezonu sönük geçiyor. Dün geceki bölüme gelen eleştirilerin haklı tarafları var ancak sektör böyle arkadaşlar. Senaristler, yönetmenler gelen eleştirilere değil de dizinin reyginlerine ve izlenme oranlarına göre davranış sergiliyorlar.
Ama hayranları merak etmesinler onları tatmin edici bir final bekliyor....
12 Mart 2017 Pazar
Danimarka Sineması; Titrek Işıklar / Blinkende lygter
Anders Thomas Jensen, Danimarka'nın, Guy Ritchie'si. Dan'caya özgü kara mizah türünde verdiği eserler ve absürd sinema diline hâkim olmasıyla Jensen, Danimarka sinemasının Nicolas Winding Refn ve Lars Von Trier'yle 'aykırı' yönetmenlerinden.
Blinkende Lygter da yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi. 1999 yılına kadar çektiği kısa filmleriyle Oscar'a arka arkaya 3 kez aday olan ve en sonunda Valgaften'e Oscar'a uzanan Jensen, senaryosunu 1996 yılında yazdığı 'Titrek Işıklar'ı 1999 yılında tamamlayarak 2000 yılında Danimarka'da gösterime yetiştirdi.
Titrek Işıklar, 4 çocukluk arkadaşın Danimarka'da 'Eski Mo' lâkâplı mafyanın parasını çalarak Barcelona'ya gitme hikâyelerine odak noktasına alıyor. Ancak elemanlarımız Barcelona'ya gitmek için Danimarka - Almanya sınırına geldiklerinde araçları bozulur. Buldukları kagir bir binaya yerleşirler. İçlerinden biri yaralıdır ve ona doktor bulmaları gerekmektedir. Asıl hikâye de buradan sonra başlar.
Jensen, kara mizah üzerine kurduğu başyapıtında, filmdeki 4 karakter üzerinden aile, toplumsal ilişkiler, suç, ahlâk, din gibi konuları kendine has üslubuyla dile getirir.
Jensen, yönetmenlik koltuğuna oturduğu 4'ü uzun 3'ü kısa 7 filmin de kara mizah üslupta çekilmesinin nedeni mizahın geniş sorguluma alanı açması olarak tanımlar.
Genelinde Jensen sinemasında özelinde de Blinkende Lygter'de karakterler 'iyi' ve 'kötü' olarak sınırlandırılamaz. Jensen'e göre karakterlerin salt tek bir türe indirilmesi de 'kendi alanını sınırlandıracağı" için tehlikelidir.
Jensen'in 'adamları'
Jensen, takıntılı bir yönetmen. Takıntılı olduğu her konuyu da sinemasında işliyor. Yönetmenliğini yaptığı filmlerde sadece kendi istediği oyuncularla ve Danimarkalı oyuncularla çalışıyor. Ulrich Thomsen, Soren Pilmark, Mads Mikkelsen, Nikolaj Lie Kass, Jensen'in vazgeçmediği, takıntılı olduğu 4 oyuncu. Mikkelsen ve Lie Kass, yönetmenin 4 uzun metraj filmlerinde de başrolü oynadı.
Ayrıca Mads Mikkelsen'e ayrı bir paragraf açmak gerekiyor. 4 dil bilen Mikkelsen oyunculuğa meslek olarak değil akademik kariyer yapabilmek amacıyla başlıyor. 1995 yazında ailesini ziyaret amacıyla Kopenhag'a geldiğin Danimarka'daki bira ortamlarından yönetmen arkadaşı Nicolas Winding Refn'in teklifiyle Pusher'da yardımcı rolde bir psikopatı canlandırmayı kabul ediyor.
Mads Mikkelsen
Mikkelsen'in de kariyeri o gün değişti. Başarılı oyunculuğunu sürdüren Mikkelsen 2000'li yıllarda hem Danimarkalı yönetmenlerin 2010 yılından sonra da ABD'li yönetmenlerin dikkatini çekti. Mikkelsen, Valhalla Rising, Hannibal ve The Salvation performanslarından sonra daha da zirveye çıkarak varolan dünya sinemasının en önde gelen oyuncularından biri artık.
Mikkelsen ( nerede okuduğumu hatırlayamadım ) bir röportajında oyunculuk kariyerindeki başarısını Tuborg'a borçlu olduğunu söylemişti. Çünkü Kopenhag'ta her gece 3 bira içmeye gittiği o barda Refn'in teklifiyle akademik kariyerine ara vererek oyuncu olmayı seçmeseydi muhtelen şuan Kopenhag Devlet Opera ve Tiyatro Balesi'nde başarılı bir hoca olacaktı...
Mikkelsen'in favori kenti de Arhus'tur.
Blinkende Lygter da yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi. 1999 yılına kadar çektiği kısa filmleriyle Oscar'a arka arkaya 3 kez aday olan ve en sonunda Valgaften'e Oscar'a uzanan Jensen, senaryosunu 1996 yılında yazdığı 'Titrek Işıklar'ı 1999 yılında tamamlayarak 2000 yılında Danimarka'da gösterime yetiştirdi.
Titrek Işıklar, 4 çocukluk arkadaşın Danimarka'da 'Eski Mo' lâkâplı mafyanın parasını çalarak Barcelona'ya gitme hikâyelerine odak noktasına alıyor. Ancak elemanlarımız Barcelona'ya gitmek için Danimarka - Almanya sınırına geldiklerinde araçları bozulur. Buldukları kagir bir binaya yerleşirler. İçlerinden biri yaralıdır ve ona doktor bulmaları gerekmektedir. Asıl hikâye de buradan sonra başlar.
Jensen, kara mizah üzerine kurduğu başyapıtında, filmdeki 4 karakter üzerinden aile, toplumsal ilişkiler, suç, ahlâk, din gibi konuları kendine has üslubuyla dile getirir.
Jensen, yönetmenlik koltuğuna oturduğu 4'ü uzun 3'ü kısa 7 filmin de kara mizah üslupta çekilmesinin nedeni mizahın geniş sorguluma alanı açması olarak tanımlar.
Genelinde Jensen sinemasında özelinde de Blinkende Lygter'de karakterler 'iyi' ve 'kötü' olarak sınırlandırılamaz. Jensen'e göre karakterlerin salt tek bir türe indirilmesi de 'kendi alanını sınırlandıracağı" için tehlikelidir.
Jensen'in 'adamları'
Jensen, takıntılı bir yönetmen. Takıntılı olduğu her konuyu da sinemasında işliyor. Yönetmenliğini yaptığı filmlerde sadece kendi istediği oyuncularla ve Danimarkalı oyuncularla çalışıyor. Ulrich Thomsen, Soren Pilmark, Mads Mikkelsen, Nikolaj Lie Kass, Jensen'in vazgeçmediği, takıntılı olduğu 4 oyuncu. Mikkelsen ve Lie Kass, yönetmenin 4 uzun metraj filmlerinde de başrolü oynadı.
Ayrıca Mads Mikkelsen'e ayrı bir paragraf açmak gerekiyor. 4 dil bilen Mikkelsen oyunculuğa meslek olarak değil akademik kariyer yapabilmek amacıyla başlıyor. 1995 yazında ailesini ziyaret amacıyla Kopenhag'a geldiğin Danimarka'daki bira ortamlarından yönetmen arkadaşı Nicolas Winding Refn'in teklifiyle Pusher'da yardımcı rolde bir psikopatı canlandırmayı kabul ediyor.
Mads Mikkelsen
Mikkelsen'in de kariyeri o gün değişti. Başarılı oyunculuğunu sürdüren Mikkelsen 2000'li yıllarda hem Danimarkalı yönetmenlerin 2010 yılından sonra da ABD'li yönetmenlerin dikkatini çekti. Mikkelsen, Valhalla Rising, Hannibal ve The Salvation performanslarından sonra daha da zirveye çıkarak varolan dünya sinemasının en önde gelen oyuncularından biri artık.
Mikkelsen ( nerede okuduğumu hatırlayamadım ) bir röportajında oyunculuk kariyerindeki başarısını Tuborg'a borçlu olduğunu söylemişti. Çünkü Kopenhag'ta her gece 3 bira içmeye gittiği o barda Refn'in teklifiyle akademik kariyerine ara vererek oyuncu olmayı seçmeseydi muhtelen şuan Kopenhag Devlet Opera ve Tiyatro Balesi'nde başarılı bir hoca olacaktı...
Mikkelsen'in favori kenti de Arhus'tur.
11 Mart 2017 Cumartesi
Çarşamba gecesi filmi; Everybody Wants Some
'Everybody Wants Some', tek cümleli tanımıyla iyi hissettiriyor.
Everybody Want Some'ı seven Richard Linklater'ın Dazed and Confused'unu da sevecektir.
Filmin Türkiye'de vizyon tarihi henüz belli değil. İlk olarak !f'te gösterilen filmi internette izlemek de mümkün. Alt yazısı da altyazı.org'a geçtiğimiz hafta yüklendi.
Velhasıl; büyük beklenti içinde izlenilmemesi gereken boş bir çarşamba gecesini dolduracak nitelikte bir film.
İyi seyirler olsun...
Everybody Want Some'ı seven Richard Linklater'ın Dazed and Confused'unu da sevecektir.
Filmin Türkiye'de vizyon tarihi henüz belli değil. İlk olarak !f'te gösterilen filmi internette izlemek de mümkün. Alt yazısı da altyazı.org'a geçtiğimiz hafta yüklendi.
Velhasıl; büyük beklenti içinde izlenilmemesi gereken boş bir çarşamba gecesini dolduracak nitelikte bir film.
İyi seyirler olsun...
9 Mart 2017 Perşembe
Danimarka'nın ilk suç filmi; Pusher
17 yaşında Kopenhag Güzel Sanatlar Fakültesi'ni bitirip sinema eğitimi görmek için ABD'nin New York kentine giden Nicolas Winding Refn, henüz 24 yaşındayken Danimarka'nın ilk suç filmi Pusher'ın senaryo yazımını tamamlamıştı. Filmi çekmek için New York'tan Kopenhag'a dönen Refn, film için aylarca sponsor arar. Nihayet 1995 yılında filme sponsor bulunur ve kayıt tuşuna basılır.
Mads Mikkelsen ( Tony) Kim Bodnia ( Frank / Pusher) |
Pusher'da en kısa tabirle Kopenhag'ın çeteleri, uyuşturucu ile dolu yeraltı dünyası anlatılıyor.Film Dogma 95'in 7 altın kuralından biri olan 'kameranın elde taşınıyor olması'yla başlar. Kim Bodnia tarafından canlandırılan Frank'in, Kopenhag'ın en belalı mafyasıyla başı büyük derttedir. Filmin açılış sekansında da Frank hızlı hızlı yürür ve Tony ile buluşmak için bir bara girer. Refn'in kamerası da dinamiktir ve Frank'i adım adım izler.
1995 yılına kadar sadece kısa filmlerde oynamış Mads Mikkelsen, efsane bir Tony karakteri sergileyerek Danimarka sinemasının en iyi oyuncusu olacağının da sinyallerini ilk filmiyle verir. İzleyici Tony'i öylesine sever ki Refn, 8 yıl sonra Pusher II'yi çekmek zorunda kalır. Zorunda dedim çünkü Refn, Pusher'ı tek filmlik planlar. Ancak olağanüstü bir baskı ve izleyicinin Tony'nin geçmişini merak etmesi Refn'i II. film için mecbur kılar.
Pusher, her ne kadar durağan yapıda olsa da Refn'in kendine özgü sinematografisiyle sindirilmesi kolay bir kara-mizah/suç filmi haline dönüşür ve klişe bir söylemle tüm dünyada da hatırı sayılır bir başarı elde eder.
Pusher ve Dogma 95
Pusher'da gelişi-güzel aksiyon sahneleri yok. Çekimlerin tümü stüdyo dışı ortamda yapıldı. Sahneler için herhangi bir set kurulmadı. Filmin tamamı doğal mekânda çekildi. Yapay ışık kullanılmadı. Ses kurgusunda oyuncuların sesleri görüntülerden ayrı olarak üretilmedi. Filmdeki tüm sesler tamamen Boom operatörünün elinden çıkma.
Film, 35 MM formatında çekildi. Yönetmenin ismi jenerikte yazmadı bu yüzden film vizyona girene kadar Nicalas Winding Refn'in ismi hiçbir yerde duyulmadı. Optik numaralar yapılmadı ve filtre kullanılmadı.
Kısaca Refn ilk filminde, 1 sene önce manifestoya baş imzayı attığı Dogma 95'in tüm kurallarına uydu. Danimarka sineması da Avrupa başta olmak üzere dünya da yavaş yavaş olumlu tepkiler görmeye başladı.
Pusher'ın Soundtrack albümü
Filmin bir diğer övgüyü hak eden tarafı da 'Soundtrack' listesi.
Seçilen müzikler, en az film kadar dinlenilmeyi hak ediyor.
Filmin soundtrack listesi şöyle:
The Prisoner - Pusher / Theme ( Favorim)
The Prisoner - Summers Got The Color
The Prisoner - Street Rat
The Prisoner - Unhole
The Prisoner - Into the Sun
The Prisoner - Air Guitar
Bleeder - Jeg Skal Oe Ved Arresoe
Bleeder - Knuchlehead
White Zombie - Super Charger Heaven
Kyed - For a While
Kyed - Beautiful Day
Koxbox - Fuel On
Koxbox - Ambivalentino
Kocbox - Midnight at The End
Pusher'da gelişi-güzel aksiyon sahneleri yok. Çekimlerin tümü stüdyo dışı ortamda yapıldı. Sahneler için herhangi bir set kurulmadı. Filmin tamamı doğal mekânda çekildi. Yapay ışık kullanılmadı. Ses kurgusunda oyuncuların sesleri görüntülerden ayrı olarak üretilmedi. Filmdeki tüm sesler tamamen Boom operatörünün elinden çıkma.
Film, 35 MM formatında çekildi. Yönetmenin ismi jenerikte yazmadı bu yüzden film vizyona girene kadar Nicalas Winding Refn'in ismi hiçbir yerde duyulmadı. Optik numaralar yapılmadı ve filtre kullanılmadı.
Kısaca Refn ilk filminde, 1 sene önce manifestoya baş imzayı attığı Dogma 95'in tüm kurallarına uydu. Danimarka sineması da Avrupa başta olmak üzere dünya da yavaş yavaş olumlu tepkiler görmeye başladı.
Pusher'ın Soundtrack albümü
Filmin bir diğer övgüyü hak eden tarafı da 'Soundtrack' listesi.
Seçilen müzikler, en az film kadar dinlenilmeyi hak ediyor.
Filmin soundtrack listesi şöyle:
The Prisoner - Pusher / Theme ( Favorim)
The Prisoner - Summers Got The Color
The Prisoner - Street Rat
The Prisoner - Unhole
The Prisoner - Into the Sun
The Prisoner - Air Guitar
Bleeder - Jeg Skal Oe Ved Arresoe
Bleeder - Knuchlehead
White Zombie - Super Charger Heaven
Kyed - For a While
Kyed - Beautiful Day
Koxbox - Fuel On
Koxbox - Ambivalentino
Kocbox - Midnight at The End
8 Mart 2017 Çarşamba
Suç ve Ceza; Woody Allen
Match Point, Woody Allen'in yaşam alanı/habitatı olan New York sınırlarının ötesinde çektiği bir film. Allen Sineması hayranı değilim o yüzden Woody Allen hakkında yapılacak güzellemeleri Ertuğrul Özkök'e bırakarak direkt filme geçiyorum.
Woody Allen Sineması'nın merkezindeki kadın karakterler Match Point'te de odak noktada. Emily Mortimer'ın canlandırdığı Chloe Hewett Wilton karakteri saf bir kadın rolünde. Aristokrat ailesinin sunduğu imkânların her dahilini kullanan, güzel konuşan, sergileri takip eden, Londra'nın seçkin insanlarıyla yemek yiyen klasik bir elit kadın karakter. Scarlett Johansson'un canlandırdığı Nola Rice karakteri ise Wilton'ın aksine tam bir femme-fatale karakter. Rice, seksapelliğinin ve cazibesinin sonuna kadar farkında bir kadın. Erkek karakterlere hükmetmek için de olabildiğince tehlikeli ve ölümcül.
Chris ile ilk karşılaştıkları andan itibaren de erkeği baştan çıkarıp istediğini yaptırabilecek güce erişiyor. Chris'in tek üstünlüğü, masa tenisinde 'yenilmez Rice'ı tek rakette oyun dışına itmesi. Bunda sonraki tüm süreçte ilişkinin tek söz sahibi Rice.
Match Point'e film-noir demek çok iddialı olsa da neo noir veya onun alt türlerinden noir-müzikal ya da son 10 dakikayla kurtaracağı şekilde noir-sensual ( sensual terimi daha çok ABD bağımsız sinemacıları tarafından kullanılmakta) demek daha doğru olacaktır.
Rice, karakteri Ridley Scot'ın Blade Runner ya da Roman Polanski'nin Chinatown'ındaki femme-fatale karakterler gibi doğuştan kötü değildir. Allen, Rice karakterini yazarken Neil Jordan'ın The Crying Game'ndeki Fergus karakterini temel aldığını söyler. Bahsedilen filmlerdeki kadın karakterler doğuştan kötü değillerdir. Gördükleri şiddet, sosyal çevreleri tarafından dışlanmaları, başarısızlıklarının yüzlerine vurulması, ihanetten ötürü femme-fatale -felakete sebep olan- karaktere evrilmişlerdir.
Allen, filmin hemen açılış sekansında Dostoyevski'nin Suç ve Ceza romanını izleyicinin gözüne sokar. Alt plandan çekilen bu sahne filmde daha sonradan olacaklara ilişkin önemli bir referanstır.
Chris, çok iyi bir tenis oyuncusudur hatta profesyonel kariyeri de çok parlak görülmektedir. Bu yüzden Londra'da seçkin zenginlere tenis öğreten bir kulüp ile iş görüşmesine gider. Ancak Chris, yaptığı iş ile ilgili yeterli özveriyi göstermeyen bir karaktere sahiptir. Allen, çevresinde çok zeki ancak bir o kadar da tembel insanların olduğunu söyleyerek Chris karakterini yazarken kendi dost çevresindeki birçok insanın belirleyici özelliklerinden yararlandığını da söylemeyi ihmal etmez.
Chris profesyoneldir ancak tenis turnavlarına katılmaktan ve bu turnuvalar için seyahet etmekten hoşlanmayan biridir. Yeteneklerinin farkında ancak geliştirmek için de herhangi bir çaba göstermek istememektedir. Chris, bir işe kendini adayacak biri değildir. bunu da " Rusedkski veya Agassi ayarında olamayacağım. Bu işe kendinizi adamanız gerekiyor. Bunu yapmak zorunda olmadığım için Tanrı'ya her gün şükrediyorum." sözleriyle anlatır.
Allen, olay akışını Chris'in ağzından anlatımla yürütür filmi. Nola, femme fatale, Chloe bir adamı karşılıksız seven lüsyen bir kadın, anne Eleanor sert mizahçı, otoriter / dominant bir kadın, baba klasik bir aristokrat, Tom zengin ve şımarık biri ve tabii Emrah Ablak'ın kaleminden çizilmiş gibi karikatürize edilmiş polis memurları dedektif Banner ve Transpotting'in Spud'u Dowd.
Filmin başına dönersek, Allen, Dostoyevski'den etkilendiğini gizlemiyor. Ancak iki eser arasında belirgin farklar da vardır. Raskolnikov yaşlı kadını baltayla parçalara ayırdıktan sonra vicdanından kaçamaz. Din-erdem kavramları da tam bu noktada devreye girer. Raskolnikov uzun süre vicdan muhasebesi yapar ve en sonunda hapis cezasına mahkûm edilir. Ancak Chris filmin kilit noktalarından 'şans' faktörü sayesinde kurtulur. Tenis topu fileye çarpar ancak Chris'e maçı kaybettirmeyen tarafa düşer.
Chris'in suçluluğuna dair tek ifadeyi filmin son sekansında görürüz. Bebeği olmuştur, aile hep birliktedir, Chris'in yaşam standardı yüksektir. Tüm bu standartları kaybetmemek için öldürdüğü iki kişinin cinayeti 'uyuşturucu bağımlısı genç'e kalmıştır. ( Filmdeki yüzük sahnesi de Allen sinemasının en muhteşem detaylarından biri. Filmi izlemiş olan ne demek istediğimi anlamıştır) Chris'in vicdan azabı da evinin pencresinden Londra'ya baktığı bu sahnede izleyici tarafından fark edilir.
Yararlanılan Kaynaklar:
Ne-Noir Fimler / Douglas Keesey - Kalkedon Yayınları 2011 1. Baskı
Joyce Wadler / New York Times tık tık
Suç ve Ceza / Fyodor Dostoyevski - İletişim Yayınları
Woody Allen: Interviews / Robert E. Kapsis - Missisippi University Press
Woody Allen Sineması'nın merkezindeki kadın karakterler Match Point'te de odak noktada. Emily Mortimer'ın canlandırdığı Chloe Hewett Wilton karakteri saf bir kadın rolünde. Aristokrat ailesinin sunduğu imkânların her dahilini kullanan, güzel konuşan, sergileri takip eden, Londra'nın seçkin insanlarıyla yemek yiyen klasik bir elit kadın karakter. Scarlett Johansson'un canlandırdığı Nola Rice karakteri ise Wilton'ın aksine tam bir femme-fatale karakter. Rice, seksapelliğinin ve cazibesinin sonuna kadar farkında bir kadın. Erkek karakterlere hükmetmek için de olabildiğince tehlikeli ve ölümcül.
Chris ile ilk karşılaştıkları andan itibaren de erkeği baştan çıkarıp istediğini yaptırabilecek güce erişiyor. Chris'in tek üstünlüğü, masa tenisinde 'yenilmez Rice'ı tek rakette oyun dışına itmesi. Bunda sonraki tüm süreçte ilişkinin tek söz sahibi Rice.
Match Point'e film-noir demek çok iddialı olsa da neo noir veya onun alt türlerinden noir-müzikal ya da son 10 dakikayla kurtaracağı şekilde noir-sensual ( sensual terimi daha çok ABD bağımsız sinemacıları tarafından kullanılmakta) demek daha doğru olacaktır.
Rice, karakteri Ridley Scot'ın Blade Runner ya da Roman Polanski'nin Chinatown'ındaki femme-fatale karakterler gibi doğuştan kötü değildir. Allen, Rice karakterini yazarken Neil Jordan'ın The Crying Game'ndeki Fergus karakterini temel aldığını söyler. Bahsedilen filmlerdeki kadın karakterler doğuştan kötü değillerdir. Gördükleri şiddet, sosyal çevreleri tarafından dışlanmaları, başarısızlıklarının yüzlerine vurulması, ihanetten ötürü femme-fatale -felakete sebep olan- karaktere evrilmişlerdir.
Allen, filmin hemen açılış sekansında Dostoyevski'nin Suç ve Ceza romanını izleyicinin gözüne sokar. Alt plandan çekilen bu sahne filmde daha sonradan olacaklara ilişkin önemli bir referanstır.
Chris, çok iyi bir tenis oyuncusudur hatta profesyonel kariyeri de çok parlak görülmektedir. Bu yüzden Londra'da seçkin zenginlere tenis öğreten bir kulüp ile iş görüşmesine gider. Ancak Chris, yaptığı iş ile ilgili yeterli özveriyi göstermeyen bir karaktere sahiptir. Allen, çevresinde çok zeki ancak bir o kadar da tembel insanların olduğunu söyleyerek Chris karakterini yazarken kendi dost çevresindeki birçok insanın belirleyici özelliklerinden yararlandığını da söylemeyi ihmal etmez.
Chris profesyoneldir ancak tenis turnavlarına katılmaktan ve bu turnuvalar için seyahet etmekten hoşlanmayan biridir. Yeteneklerinin farkında ancak geliştirmek için de herhangi bir çaba göstermek istememektedir. Chris, bir işe kendini adayacak biri değildir. bunu da " Rusedkski veya Agassi ayarında olamayacağım. Bu işe kendinizi adamanız gerekiyor. Bunu yapmak zorunda olmadığım için Tanrı'ya her gün şükrediyorum." sözleriyle anlatır.
Allen, olay akışını Chris'in ağzından anlatımla yürütür filmi. Nola, femme fatale, Chloe bir adamı karşılıksız seven lüsyen bir kadın, anne Eleanor sert mizahçı, otoriter / dominant bir kadın, baba klasik bir aristokrat, Tom zengin ve şımarık biri ve tabii Emrah Ablak'ın kaleminden çizilmiş gibi karikatürize edilmiş polis memurları dedektif Banner ve Transpotting'in Spud'u Dowd.
Filmin başına dönersek, Allen, Dostoyevski'den etkilendiğini gizlemiyor. Ancak iki eser arasında belirgin farklar da vardır. Raskolnikov yaşlı kadını baltayla parçalara ayırdıktan sonra vicdanından kaçamaz. Din-erdem kavramları da tam bu noktada devreye girer. Raskolnikov uzun süre vicdan muhasebesi yapar ve en sonunda hapis cezasına mahkûm edilir. Ancak Chris filmin kilit noktalarından 'şans' faktörü sayesinde kurtulur. Tenis topu fileye çarpar ancak Chris'e maçı kaybettirmeyen tarafa düşer.
Chris'in suçluluğuna dair tek ifadeyi filmin son sekansında görürüz. Bebeği olmuştur, aile hep birliktedir, Chris'in yaşam standardı yüksektir. Tüm bu standartları kaybetmemek için öldürdüğü iki kişinin cinayeti 'uyuşturucu bağımlısı genç'e kalmıştır. ( Filmdeki yüzük sahnesi de Allen sinemasının en muhteşem detaylarından biri. Filmi izlemiş olan ne demek istediğimi anlamıştır) Chris'in vicdan azabı da evinin pencresinden Londra'ya baktığı bu sahnede izleyici tarafından fark edilir.
Yararlanılan Kaynaklar:
Ne-Noir Fimler / Douglas Keesey - Kalkedon Yayınları 2011 1. Baskı
Joyce Wadler / New York Times tık tık
Suç ve Ceza / Fyodor Dostoyevski - İletişim Yayınları
Woody Allen: Interviews / Robert E. Kapsis - Missisippi University Press
7 Mart 2017 Salı
Maç günlükleri #1 Galatasaray- Antalyaspor
90 artılarda gelen her galibiyet golü kıymetlidir. Galatasaray'ın 2 haftadan sonra dün gece 90 + 6'da bulduğu gol gelecek güzel günlerin de habercisiydi bir bakıma. Yazıyı detaylandırmadan Igor Tudor'a bir parantez açmak istiyorum. Tudor, Galatasaray'da mutlaka başarılı olacak. Ancak yönetimin ve özellikle de taraftarın Tudor'a yeterli sabrı göstermesi gerekiyor. Tudor, güçlü futbola dayalı mantalitesini Galatasaray'a yerleştirdiğinde takım Süper Lig'de mücadele eden her takımdan daha üst düzey mücadele edecek.
Tudor'un Galatasaray üzerindeki olumlu etkilerinin başında Bruma geliyor. Önceki maçlarda 60-70 dakikalık bir ortalama ile oynayan Bruma, Tudor'dan beri performansını dünkü maçta dahi olmak üzere 80-90 dakikaya yaymaya başladı.
Selçuk daha çok koşuyor, Eren Derdiyok Bundesliga forveti gibi gördüğü yerden vuruyor. Tüm bunlar Tudor'un takım üzerindeki olumlu etkisi, ancak Tudor'un elindeki sermayede kısıtlı. Galatasaray'ın bu kadrosuyla Tudor'un oturtmak istediği taktik-futbol (takımın grafiği ileri ki haftalarda daha da yükselecek) bir yere kadar yükselecek. Ancak tam randıman alınabilmesi için futbolcuların bireysel olarak iyi hazırlanmaları çok önemli.
Yedek kulübündeki hırsını sahanın her alanına yayan Tudor, futbolcuları kendi seviyelerinden daha yukarılara çıkaracaktır. Bu işin kilidi de Florya.
Galatasaray'ın şu anki tek eksiği savunma hattı. Chedjou'nun hâlâ tam form grafiğini yakalayamaması, Semih'in sık sık kademe kaybetmesi defansın merkezini önemli ölçüde sarsıyor.
Dünkü maçta da yenilen iki golden i
lki bireysel hatadan diğeri de merkezdeki adamın Antalyaspor'lu futbolcuyu kaçırmasından kaynaklandı. Tudor disiplini en kısa zamanda takımdaki bu sorunu da ortadan kaldıracaktır.
Şampiyonlar Ligi için en yakın takipçiyle aradaki puan farkı 6. Rakibin en az 2 maç kaybetmesi ve Galatasaray'ın tüm maçlarını final havasında oynaması gerekiyor. İmkânsız mı? Hiç değil, Hagi'nin söyleyişiyle Galatasaray adının olduğu her yerde umut da vardır.
Yolun açık olsun Aslanım...
Tudor'un Galatasaray üzerindeki olumlu etkilerinin başında Bruma geliyor. Önceki maçlarda 60-70 dakikalık bir ortalama ile oynayan Bruma, Tudor'dan beri performansını dünkü maçta dahi olmak üzere 80-90 dakikaya yaymaya başladı.
Selçuk daha çok koşuyor, Eren Derdiyok Bundesliga forveti gibi gördüğü yerden vuruyor. Tüm bunlar Tudor'un takım üzerindeki olumlu etkisi, ancak Tudor'un elindeki sermayede kısıtlı. Galatasaray'ın bu kadrosuyla Tudor'un oturtmak istediği taktik-futbol (takımın grafiği ileri ki haftalarda daha da yükselecek) bir yere kadar yükselecek. Ancak tam randıman alınabilmesi için futbolcuların bireysel olarak iyi hazırlanmaları çok önemli.
Yedek kulübündeki hırsını sahanın her alanına yayan Tudor, futbolcuları kendi seviyelerinden daha yukarılara çıkaracaktır. Bu işin kilidi de Florya.
Galatasaray'ın şu anki tek eksiği savunma hattı. Chedjou'nun hâlâ tam form grafiğini yakalayamaması, Semih'in sık sık kademe kaybetmesi defansın merkezini önemli ölçüde sarsıyor.
Dünkü maçta da yenilen iki golden i
lki bireysel hatadan diğeri de merkezdeki adamın Antalyaspor'lu futbolcuyu kaçırmasından kaynaklandı. Tudor disiplini en kısa zamanda takımdaki bu sorunu da ortadan kaldıracaktır.
Şampiyonlar Ligi için en yakın takipçiyle aradaki puan farkı 6. Rakibin en az 2 maç kaybetmesi ve Galatasaray'ın tüm maçlarını final havasında oynaması gerekiyor. İmkânsız mı? Hiç değil, Hagi'nin söyleyişiyle Galatasaray adının olduğu her yerde umut da vardır.
Yolun açık olsun Aslanım...
6 Mart 2017 Pazartesi
Türkiye'de Beat Kuşağı ve yer altı edebiyatı; Kanat Güner
Yeraltı edebiyatı en yalın tabiriyle toplumun görmek istemediği, konuşmadığı sorunları ele alan yazın türüdür. "En azından ölümümü tercih ettiğimi bilmeliler" diye düşündüm sözleriyle başlar Türkçe yeraltı edebiyatının güzel, hüzünlü kadınının kitabı. Bahsedilen kişi Eroin Güncesi de kitabıyla hayatını açık yüreklilikle anlatan Kanat Güner. Eroin Güncesi, Güner'in hayatta iken yayımladığı tek kitap.
Güner'in kitapta anlattıkları kişiler ve o dönemki arkadaşları kendilerini herhangi bir siyasi görüşe kaptırmazlar, apolitiktirler, oy kullanmazlar, onlar için takıldıkları tiyatro sahnesi, Aksaray ve Kocamustafapaşa'daki öğrenci evi, Kadıköy'deki çatı arası, Beyoğlu, Gitarcı, yakılana kadar Galata Köprüsü ( kitapta direkt olarak köprüaltı olarak tanımlanır), otostop, esrar, eroin önemlidir. Kredi kartı kullanmadıklarını da söyleyen Kanat Güner bu durumu "Kredi kartı kullanmayız çünkü hiçbir torbacı üzerinde yazar kasa taşımaz" sözleriyle açıklar.
İlk sigara deneyimini, ilk öpüşme, ilk sevişme, ilk eroin kullanımı, ailesiyle yaşadığı sorunlar, sevgilileri, aldatmalarını, yaşadığı hayatın onun üzerinde bıraktığı tüm olumsuzlukları ve deneyimlerini 144 sayfaya sığdıran Güner'i Türkçe edebiyatta yazın sınıfına yerleştiren en önemli neden Günce'de anlatılanların ve Güner'in kullandığı dilin son derece yalın üslupla yazılıp yaşanılan olayların en doğal haliyle anlatılması olur.
(Kitaptaki tek kurmaca, Ressam Ali Kemal'in altın vuruş ile intihar ettiği bölümdür. Kitapta bu bölüm gerçek gibi yazılsa da kitabın sonraki baskılarında Ali Kemal hadisesinin gerçek olmadığı belirtilmiştir. Ancak Ali Kemal gerçekte kimdir ve şu an ne yapıyordur henüz bilinmiyor)
İrfan Polat (1*), Güner'in üslubunu Bukowski-vâri yaklaşım olarak yorumlasa da Eroin Güncesi anlaması basit, teşbihlerin zorlama olmadığı, olay öyküsünün tarih tarih kronolojik olarak anlatıldığı günlük gibidir. Bukowski'yi okumaka daha zor ve yorucudur. Uzun cümleler, cümleler arasında ağdalı deyişler Bukowski'yi okumayı zorlaştırabilir. Ancak Güner'in kitabını okumaya başladığınız anda gerçekten elinizden düşüremezsiniz. Olaylar sizi içine çeker ve Kanat Güner'in o evrenine gidersiniz. Sokaktaki kavgasına siz de müdahil olursunuz, çektiği sıkıntılar sizin de içinize darlar. Bu şekilde kitabı bir en fazla iki gün içinde tüketirsiniz.
Yazmak veya yazma kültürüyle ilgili hiçbir ders almamasına, çok fazla kitap okumamasına rağmen Kanat Güner, Eroin Güncesi'yle Türkçe edebiyatta alt kültür yazınlarının en önemli ve ana akım temsilcisi olur. Güner, kendisinden sonra gelen Hakan Günday, Emrah Serbes gibi yazarlardan daha sert ve anlattıkları bakımından daha cesurdur.
Kanat Güner, Eroin Güncesi kitabını Beyoğlu'nda elden satmaya çalışırken zabıtalarca kovalanmasını kendisine gurur sayar. Hemen akabinde Show Tv'ye Reha Muhtar'a çıkar. Artık o Türkiye'de yazar olarak değil de eroinman olarak tanınır. Ancak Güner toplumun ona dayattığı hiçbir unsuru kabul etmez. Güner, dürüsttür, birçok yazardan hatta bizim hayatımızı bir şekilde paylaştığımız iş, okul, sosyal çevredeki bireylerden daha dürüsttür.
Bir arkadaşının ona söylediği "Tanrılar senin kadar dürüst olsaydı peygamberlere gerek kalmazdı" sözü, Güner'in tüm şeffaflığıyla hayatını kitabında anlattığını bize net şekilde açıklar.
Kanat Güner'le ilgili yazmaya devam edeceğiz lakin okuyucu boğmamak ve sıkmamak adına şimdilik burada nokta koyalım.
Yararlanılan Kaynaklar:
(1*) Uluslararası Sosyal Araştımalar Dergisi Cilt 7 Sayı 34 / İrfan Polat - Post Pratik Yaşamların Ötesinde: Sarah Kane ve Kanat Güner
* Kanat Güner / Eroin Güncesi Era Yayınları / 3. Baskı
Güner'in kitapta anlattıkları kişiler ve o dönemki arkadaşları kendilerini herhangi bir siyasi görüşe kaptırmazlar, apolitiktirler, oy kullanmazlar, onlar için takıldıkları tiyatro sahnesi, Aksaray ve Kocamustafapaşa'daki öğrenci evi, Kadıköy'deki çatı arası, Beyoğlu, Gitarcı, yakılana kadar Galata Köprüsü ( kitapta direkt olarak köprüaltı olarak tanımlanır), otostop, esrar, eroin önemlidir. Kredi kartı kullanmadıklarını da söyleyen Kanat Güner bu durumu "Kredi kartı kullanmayız çünkü hiçbir torbacı üzerinde yazar kasa taşımaz" sözleriyle açıklar.
İlk sigara deneyimini, ilk öpüşme, ilk sevişme, ilk eroin kullanımı, ailesiyle yaşadığı sorunlar, sevgilileri, aldatmalarını, yaşadığı hayatın onun üzerinde bıraktığı tüm olumsuzlukları ve deneyimlerini 144 sayfaya sığdıran Güner'i Türkçe edebiyatta yazın sınıfına yerleştiren en önemli neden Günce'de anlatılanların ve Güner'in kullandığı dilin son derece yalın üslupla yazılıp yaşanılan olayların en doğal haliyle anlatılması olur.
(Kitaptaki tek kurmaca, Ressam Ali Kemal'in altın vuruş ile intihar ettiği bölümdür. Kitapta bu bölüm gerçek gibi yazılsa da kitabın sonraki baskılarında Ali Kemal hadisesinin gerçek olmadığı belirtilmiştir. Ancak Ali Kemal gerçekte kimdir ve şu an ne yapıyordur henüz bilinmiyor)
İrfan Polat (1*), Güner'in üslubunu Bukowski-vâri yaklaşım olarak yorumlasa da Eroin Güncesi anlaması basit, teşbihlerin zorlama olmadığı, olay öyküsünün tarih tarih kronolojik olarak anlatıldığı günlük gibidir. Bukowski'yi okumaka daha zor ve yorucudur. Uzun cümleler, cümleler arasında ağdalı deyişler Bukowski'yi okumayı zorlaştırabilir. Ancak Güner'in kitabını okumaya başladığınız anda gerçekten elinizden düşüremezsiniz. Olaylar sizi içine çeker ve Kanat Güner'in o evrenine gidersiniz. Sokaktaki kavgasına siz de müdahil olursunuz, çektiği sıkıntılar sizin de içinize darlar. Bu şekilde kitabı bir en fazla iki gün içinde tüketirsiniz.
Kanat Güner / Eroin Günce |
Yazmak veya yazma kültürüyle ilgili hiçbir ders almamasına, çok fazla kitap okumamasına rağmen Kanat Güner, Eroin Güncesi'yle Türkçe edebiyatta alt kültür yazınlarının en önemli ve ana akım temsilcisi olur. Güner, kendisinden sonra gelen Hakan Günday, Emrah Serbes gibi yazarlardan daha sert ve anlattıkları bakımından daha cesurdur.
Kanat Güner, Eroin Güncesi kitabını Beyoğlu'nda elden satmaya çalışırken zabıtalarca kovalanmasını kendisine gurur sayar. Hemen akabinde Show Tv'ye Reha Muhtar'a çıkar. Artık o Türkiye'de yazar olarak değil de eroinman olarak tanınır. Ancak Güner toplumun ona dayattığı hiçbir unsuru kabul etmez. Güner, dürüsttür, birçok yazardan hatta bizim hayatımızı bir şekilde paylaştığımız iş, okul, sosyal çevredeki bireylerden daha dürüsttür.
Bir arkadaşının ona söylediği "Tanrılar senin kadar dürüst olsaydı peygamberlere gerek kalmazdı" sözü, Güner'in tüm şeffaflığıyla hayatını kitabında anlattığını bize net şekilde açıklar.
Kanat Güner'le ilgili yazmaya devam edeceğiz lakin okuyucu boğmamak ve sıkmamak adına şimdilik burada nokta koyalım.
Yararlanılan Kaynaklar:
(1*) Uluslararası Sosyal Araştımalar Dergisi Cilt 7 Sayı 34 / İrfan Polat - Post Pratik Yaşamların Ötesinde: Sarah Kane ve Kanat Güner
* Kanat Güner / Eroin Güncesi Era Yayınları / 3. Baskı
3 Mart 2017 Cuma
Kuzey Sineması'nda bir Dogma 95 örneği; Nordkraft
Ole Christian Madsen, Danimarka sinemasında Lars Von Trier ile Thomas Vinterberg öncülüğünde kurulan 'Dogma 95' manifestosuna imza atan ilk yönetmenlerden.
Her ne kadar kendisini 'Auteur' yönetmen olarak tanımlamasa da kendi yazdığı senaryoları filme aldığı için dünya sinemasınca 'Auteur yönetmen' olarak anılan Madsen, Danimarka'nın 'Trainspotting'i sayılan Nordkraft'ı manifestodan tam 10 yıl sonra vizyona soktu. Film, Türkiye'de gösterilmedi.
Nordkraft, tıpkı 95 Manifestosu'nun 1. kuralı olan 35 mm formatında çekildi. Filmin çekimleri için Aalborg tercih edildi. Madsen daha çok Aalborg'un barlarını, kagir binaları ve arkadaşlarının evlerini mekân olarak kullandı.
Nordkraft ve Trainspotting'in ortak noktaları
Nordkraft'ta tıpkı Trainspotting gibi kitap uyarlaması. Jacob Ejersbo'nun 'Kuzey Kuvvet' romanından sinemaya uyarlayan Madsen, filme 'Vandalizm' unsurlarını da ekliyor.
En basit tanımıyla Nordkraft, tıpkı Trainspotting gibi madde kullanımı çerçevesinde sistem eleştirisi yapıyor. Filmin ilk sekansı Maria'nın Jutland'da yaşayan dul bir uyuşturucu satısıcıyım. Adet dönemindeyim. Bu yüzden karnım ağrıyor ve miden bulanıyor sözleriyle başlıyor. 95 Dogma'nın 7. maddesinde kamera sabit olmamalı kuralına uyan Madsen, dinamik ve hareketli kamera tekniklerini kullanarak bize önce filmin karakterlerini tek tek tanıtıyor.
İlk karakterimiz 'torbacı' Asger ve birey olamamış, hayatta kalma yetilerini erkek arkadaşı olmaksızın yitirmiş 'torbacı kuryesi' Maria.
Madsen'in kamerasından tanıdığımız ikinci karakter 'Alan'. Alan için Claus Riis Ostergaard'a ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Rol için 10 kilo alan Ostergaard, sabah ve akşam olmak üzere günde iki kez antrenör eşliğinde kas idmanları da yapmış. Filmdeki heybetli duruşunu 3 aylık sıkı çalışmasına borçlu. Madsen'in kamerasındaki 3. karakter, kendisini 'müptezel' olarak tanımlayan Stesto ve kız arkadaşı Tilda.
Film tüm bu karakterlerin kişisel hayatlarını daha doğru bir tanımla ağlatılı/trajik hikâylerini anlatıyor. Nordkraft, Danimarka sinemasının en özgün yapımlarından. Kuzey'in kendine has 'kara-mizah'ı da kendini filmde hissettiriyor.
Uyuşturucu etkisiyle kafaları 'trip'lenen karakterlerimiz gördükleri halüsinasyonlar Madsen'in kamerasında öyle hareketli sunuluyor ki, yönetmen bu durumu "Filmi izleyenlerin başı dönecek" diye yorumlar.
Biraz da 'Pusher'
Film, anlatım yapısı olarak Danimarka sinemasının ilk suç filmi olan 'Pusher' ile benzerlikler gösteriyor. Kuzey sinemasının bir diğer Auteur yönetmeni Nicolas Winding Refn'in ilk ve (bence) 'ustalık' eseri olan Pusher'da da önce karakterler sırasıyla tanıtılır. Her iki filmin yarısına gelindiğinde karakterler bir araya gelirler.
Kısa kısa;
Nordkraft'ta hiç stüdyo çekimi yok, çekimlerin tümü doğal mekânlarda yapıldı.
Kamera sabit değil, dinamik.
Film renkli, doğal ışık haricinde ışıklandırma kullanılmadı.
Yönetmenin ismi jenerikte geçmiyor ( Dogma 95'in kurallarından biri)
Filmde, Tarantino'nun söylemiyle 'sömürü aksiyon'u yok.
Her ne kadar kendisini 'Auteur' yönetmen olarak tanımlamasa da kendi yazdığı senaryoları filme aldığı için dünya sinemasınca 'Auteur yönetmen' olarak anılan Madsen, Danimarka'nın 'Trainspotting'i sayılan Nordkraft'ı manifestodan tam 10 yıl sonra vizyona soktu. Film, Türkiye'de gösterilmedi.
Nordkraft, tıpkı 95 Manifestosu'nun 1. kuralı olan 35 mm formatında çekildi. Filmin çekimleri için Aalborg tercih edildi. Madsen daha çok Aalborg'un barlarını, kagir binaları ve arkadaşlarının evlerini mekân olarak kullandı.
Nordkraft ve Trainspotting'in ortak noktaları
Nordkraft'ta tıpkı Trainspotting gibi kitap uyarlaması. Jacob Ejersbo'nun 'Kuzey Kuvvet' romanından sinemaya uyarlayan Madsen, filme 'Vandalizm' unsurlarını da ekliyor.
En basit tanımıyla Nordkraft, tıpkı Trainspotting gibi madde kullanımı çerçevesinde sistem eleştirisi yapıyor. Filmin ilk sekansı Maria'nın Jutland'da yaşayan dul bir uyuşturucu satısıcıyım. Adet dönemindeyim. Bu yüzden karnım ağrıyor ve miden bulanıyor sözleriyle başlıyor. 95 Dogma'nın 7. maddesinde kamera sabit olmamalı kuralına uyan Madsen, dinamik ve hareketli kamera tekniklerini kullanarak bize önce filmin karakterlerini tek tek tanıtıyor.
İlk karakterimiz 'torbacı' Asger ve birey olamamış, hayatta kalma yetilerini erkek arkadaşı olmaksızın yitirmiş 'torbacı kuryesi' Maria.
Madsen'in kamerasından tanıdığımız ikinci karakter 'Alan'. Alan için Claus Riis Ostergaard'a ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Rol için 10 kilo alan Ostergaard, sabah ve akşam olmak üzere günde iki kez antrenör eşliğinde kas idmanları da yapmış. Filmdeki heybetli duruşunu 3 aylık sıkı çalışmasına borçlu. Madsen'in kamerasındaki 3. karakter, kendisini 'müptezel' olarak tanımlayan Stesto ve kız arkadaşı Tilda.
Film tüm bu karakterlerin kişisel hayatlarını daha doğru bir tanımla ağlatılı/trajik hikâylerini anlatıyor. Nordkraft, Danimarka sinemasının en özgün yapımlarından. Kuzey'in kendine has 'kara-mizah'ı da kendini filmde hissettiriyor.
Uyuşturucu etkisiyle kafaları 'trip'lenen karakterlerimiz gördükleri halüsinasyonlar Madsen'in kamerasında öyle hareketli sunuluyor ki, yönetmen bu durumu "Filmi izleyenlerin başı dönecek" diye yorumlar.
Biraz da 'Pusher'
Film, anlatım yapısı olarak Danimarka sinemasının ilk suç filmi olan 'Pusher' ile benzerlikler gösteriyor. Kuzey sinemasının bir diğer Auteur yönetmeni Nicolas Winding Refn'in ilk ve (bence) 'ustalık' eseri olan Pusher'da da önce karakterler sırasıyla tanıtılır. Her iki filmin yarısına gelindiğinde karakterler bir araya gelirler.
Kısa kısa;
Nordkraft'ta hiç stüdyo çekimi yok, çekimlerin tümü doğal mekânlarda yapıldı.
Kamera sabit değil, dinamik.
Film renkli, doğal ışık haricinde ışıklandırma kullanılmadı.
Yönetmenin ismi jenerikte geçmiyor ( Dogma 95'in kurallarından biri)
Filmde, Tarantino'nun söylemiyle 'sömürü aksiyon'u yok.
Etiketler:
Danimarka Sineması,
Dogma 95,
eleştiri,
Kuzey Sineması,
Nodrkraft,
Nordkraft filmi eleştirisi,
sinema,
sinema eleştirmeni,
Thomas Vinterberg
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)