24 Aralık 2019 Salı

Yalnızlık


Yalnızlığa sallanan her kürek özgürlüğün biraz daha derinleşmesine neden olur. Yalnız bir beden sürekli baskı altındadır. Kalabalıklar kirli havayla eş değerdir.

İnsanlar kendi yalnızlıklarından daha doğrusu kendi yoksunluklarından korktukları için dinleri yaratmışlardır. Din yalnızlığın zuhur halidir. Yalnızlığın bahşettiği bağımsız bakış açısı olmasaydı din ortaya çıkmayabilirdi belki de.

Yalnızlık birazcık da sessizliktir. Kendine vakit ayırmak, kendinle olmanın, bedeni beslemenin bir başka tezahürüdür.

Yalnız bir bünyeye, okuma önerisinde bulunacak olsaydım, Henry Thoreau'nun Sivil İtaatsizlik ve Walden kitaplarına yakın durmasını isterdim.

20 Aralık 2019 Cuma

Hayvan


Öldükten sonra hayvan ölülerinden ne farkımız kalıyor. Sokakta ölen bir hayvanı kaldırıp çöpe atarken bir insan ölüsünü neden törenle gömüyoruz. Bazılarımız bu "tören" kelimesine de takılıyor. "Dini vecibelerle defnetme eylemi" diyorum onlar için de...

Arabalarımızla yüksek hızda seyrederken işgal ettiğimiz alanların daralmasından dolayı karşıdan karşıya geçmeye çalışan bir hayvana vuruyor, hiçbir şey olmamış gibi yolumuza devam ediyoruz. Geri dönüp bakmıyoruz bile. Ölen hayvanın hakkını arayacak kimseler de yok. Ama biz ölürsek hakkımızı arayacak birileri çıkıyor. Ancak toprağın altında girdikten sonra bir fark kalmıyor arada.

8 Aralık 2019 Pazar

Flaneur #7 Devrim

Mitolojiden esinlenerek oluşturulan bu posterde, kırmızı renkteki askerler devrim yürüyüşü çağrısına kulak veriyor

* Devrim tehlikelidir, hayal edilen ateşten daha sıcaktır.

* Devrimde kimse gerçekten özgür değildir.

* Devrimin temeli kandır.

* Devrimin amacı kapital şirket fonlarının, onları yönetmesi için emanet edilen şirket yöneticilerini,  denetlemesi, çalmalarını engellemesidir.

* Devrimin çıkış gerekçeleri asla yadsınamaz.

* Devrim dibi olmayan bir uçurumun başında durmak gibidir, bedeli insan kanıyla ödenir.

* Devrim sinirli ve gergindir, gözlerinde açıklanamayan bir öfke vardır.

* Devrimin semiyolojisi demiryoludur.

* Devrimin pusulası her zaman diyalektik düşüncedir.

Bu yazı Jack London'ın Demir Ökçe kitabından esinlenerek meydana gelmiştir. (İş Bankası Modern Klasikler Dizisi, 4. Baskı, Ocak 2016, İstanbul)

29 Temmuz 2019 Pazartesi

Yol


İnsan ruhunu canlı tutan yegane unsurların başında yolda olmanın geldiğini düşünüyorum. Yolculuk öncesi geceden toplanan bavulun verdiği mutluluk sebebinin, gerçek mutluluk olduğu kanısındayım.

Şöyle bir geriye dönüp bakar mısın? Gerçekten kendini ne zaman mutlu hissettin. Son çıktığın yolculuğu da hatırlamanı istiyorum. Hazırlık süreci, bavulun fermuarını kapattığın an, yolda olacak olmanın verdiği his seni mutlu etmedi mi?

Yolcuk esnasında arkanda kalan ışık hüzmeleri, elektirik direklerindeki leylek yuvaları, iki şeritli yolun ortasındaki çizgilerin bir bir ardında kalması. Bunlar insanın içindeki boşluğu derinden dolduracak kadar güzel ayrıntılar.

Yola çıkın, yolda olun. Daha fazla, daha fazla, daha fazla yol yapın.

23 Temmuz 2019 Salı

20 Temmuz 1974

Yıl 1974.

Kıbrıs Barış Harekâtı'nın arefesi. Başbakan Bülent Ecevit, havayı koklamak için Londra'ya uçmuş. Başbakan Yardımcısı Necmettin Erbakan Ankara'da. Orduya harekât emri verilmiş. Kayseri'den hava komandoları, Bolu'dan dağ komandoları Akdeniz'e doğru indirilmiş. Mersin'den de su altı taarruz timleri emir bekliyor.

Havadan, karadan, denizden büyük amfibik harekât müştereken başlatılmış.

20 Temmuz 1974...

Katledilen Kıbrıs Türklüğü adına tüm Türk Silahlı Kuvvetleri mensupları göğüslerini ve bedenlerini tüm maneviyatlarıyla feda etmişler...

Rum tarafı şaşkın. Künyesinde 1 numara olan Mücahit Rauf Denktaş, uçaklardan inen paraşütçü komandolara "Yağmur gibi indiler" diyerek kıyama durmuş...

Cumhuriyet tarihimizin ilk sınır ötesi harekâtı, 20. yüzyıl askerî tarihinin en önemli gelişmelerinden biri olarak da tarihin tozlu sayfalarında yerini aldı.

Bu fotoğraf mı? Cüneyt ve Betül Arkın çifti. Ömürleri uzun olsun....

Türkan Şoray


Kanuni'nin varsa Hürrem'i, Yeşilçam'ın da bir tanecik sultanı var; o da Türkan Şoray...



20 Temmuz 2019 Cumartesi

Flaneur #6

* Merhaba

* Türkiye'de hâlâ en çok sevdiğim mizah yazarlarından biri Vedat Özdemiroğlu. İki sözcük bir tümce ile zekâsının keskinliğini anlamanız mümkün. Ha bir de eski gazete küpürlerini biriktirmeyi çok sever. Rahmetli babacığı da Türk Silahlı Kuvvetleri emeklisidir.

* "Papatya gibisin beyaz ve ince ve bi seviyosun bi sevmiyosun, bi seviyosun bi sevmiyosun..." V.Ö

* S-400 Korkunç İvan, F-35 Moby Dick
 
   S-400 Ekim Devrimi, F-35 Amerikan iç savaşı

   S-400 Doğu Berlin, F-35 Batı Berlin

   S-400 Dostoyevski, F-35 Jack London

   S-400 Uzaktan üflemeli, F-35 Bas gitar

   S-400 Andrei Tarkovsky, F-35 Stanley Kubrick

   S-400 Rus mühendisliği, F-35 Amerikan rüyası

   S-400 kahve sohbeti,  F-35 ailecek akşam yemeği

   S-400 düz vites, F-35 otomatik vites

   S-400 sahil kasabası, F-35 tatil beldesi

   S-400 Sputnik, F-35 Amerika'nın Sesi

   S-400 Uzaya çıkış, F-35 Ay'a yolculuk

   S-400 açık ilişki, F-35 katı bağlılık

   S-400 evin çatısı, F-35 teras kat


* Kendi Uçağını Kendin Yap Yarım asırlık bir rüya. Mareşal Atatürk'ün "İstikbal Göklerdedir" sözü tahayyülümde...

* Romalılar: Medeniyet ithalcileri. Zeytinyağı tüccarları. Su kemerleriyle beslediler ailelerini, zihinlerini içtikleri Sicilya şaraplarıyla parlattılar. Dere kıyılarında taş toplayarak surları keşfettiler. Köylüyü milletin efendisi yaptılar, civan delikanlılardan da lejyoner grubu oluşturdular. Proteryanları konsüllerin alfa korumalarıydı. İstanbul'da en çok sevdikleri semt Cihangir. Entelektüel, liberal Roma senatörlerinin dimağı...

15 Temmuz 2019 Pazartesi

Berlin 1957

"Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarının düşünen bir kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük yapacağı umulur. Ama beş, on dakikada ölüyor... Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar."  Yusuf Atılgan - Aylak Adam

13 Temmuz 2019 Cumartesi

Sovyet Sineması'nın "Morfin Tinktürü"; Andrei Tarkovsky #1


Rus edebiyatı için Maksim Gorki neyse, Sovyet sineması için de Andrei Tarkovsky odur.

Tarkovsky'nin Zerkalo/Ayna'sı, Gorki'nin Benim Üniversitelerim'in yansımasıdır.

Gorki'nin betimlemeleri, Tarkovsky'nin pitoresk kamera açılarıdır.

Ancak ikisinin ayrıldığı keskin bir ayrım vardı. Gorki, Stalinisttir ve Sovyet sistemini kesin dille hiçbir zaman eleştirmemiştir. Tarkovsky dönemin hükümeti tarafından "zararlı", "rejime düşman" ilan edilmiştir. Bu yüzden de ölümü münevverlerin sığınma yeri olan Paris'te olmuştur...

Ömrü boyunca KGB tarafından izlemmiştir. Ayna filminin dağıtımı konusuna Goskino'nun tüm engellemelerine karşı durmuş, filmini Cannes'a kadar götürmüştür. (Goskino, Sovyetler Birliği Sinema Yarkurulu. Dönemin sinemadan sorumlu en yüksek devlet organı)

Doğduğu toprakların insanları onu her ne kadar Sovyetlerin yıkılışından sonra tanısa da Tarkovsky, Berlin, Amsterdam, Paris gibi kültür başkentlerinde hep en üst protokollerde ağırlanmıştır.

Amerikan yapımı B-Movie filmlere alışmış nesil elbette sevmez dahi yönetmeni. Natüralisttir Tarkovsky. Rüzgâr, alev, kuş sesleri, uğultu filmlerinde capcanlı yansır seslere. Ayna filmi de buna en güzel örnektir.
1961 yılında çekilen İvan'ın Çocukluğu, Tarkovsky'nin ilk uzun metrafjlı filmidir. Filmin çekimleri 2 ay sürmüş, 2,5 milyon rubleye mal olmuştur. Tarkovsky, filmin montajını 2 ayda yaptığını söylemiştir. İvan'ın Çocukluğu, Sovyet sinemasının Avrupa'daki bir festivalde ilk kez gösterildiği film olmuştur.

İvan'ın Çocukluğu
'nda, Sovyet Rusya'yı çok derinden etkileyen II. Dünya Savaşı'ndan ilham alan Tarkovsky, filmde savaşa karşı duyduğu nefreti aktarmıştır. Bunun içinde çocuk mefhumunu ön plana çıkarmıştır. Çünkü ona göre çocukluk, savaşla en çok çelişen bir kavramdı.


Tarkovsky'nin ikinci uzun metrajlı filmi epizodik (bir filmde birbirinden bağımsız parçalardan meydana gelen) bir anlatıma sahip 182 dakikalık resitali, Andrei Rublev. 15. yüzyıl Rusya'sında geçen film, kilise görevlisi ancak ressam, ikona, duvar freski sanatçısı kimliğiyle ön plana çıkan Ortodoks bir papazın hayatını irdeliyor.

Dahi olarak gördüğü Rublev hakkında Tarkovsky, elinde az bilgi olduğu için karakteri yaratırken oldukça özgür davrandığını söylemiştir. Tarkosky filminde, Rublev'in sanatıyla yüksek ahlâki değer yarattığını, Tatarlar'ın zulmünü ve kaotik Rusya'nın durumunu ince ince irdeleyerek anlatmıştır.

Andrei Rublev, gösterildiği Cannes Film Festivali'ne damga vurmuştur. Ancak filmin bu şöhreti Moskova'daki yöneticileri memnun etmeyecekti. Tarkovsky'nin suyu ısınıyordu...

1967 yılının Ocak ayına gelinmişti. Tarkovsky bu dönemde Polonyalı yazar Stanislav Lem'in Solaris isimli bilimkurgu romanı üzerine çalışıyordu. Senaryo üzerinde Andrey Konçalovski ile birlikte çalışan Tarkovsky, senaryosunu Sovyet Sanat Kurulu'na teslim ettiğinde Andrei Rublev'in yankıları hâlâ sürüyordu. Tarkovsy Fransız film eleştirmeni Michel Ciment'e 1969 yılında verdiği söyleşide filmin manşetini de söylüyordu: "Solaris'te toplumsal sorunlar bulunmuyor. Ahlâk ile bilgi arasındaki ilişkiye eğiliyor"

Tarkovsky sinemasını seven biri bilir ki, atlar özel bir dramaturjiyi simgeler. Tarkovsy'e göre atlar yaşamı simgelemektedir ve Rus kültüründe de önemli bir yere sahiptir. Bu yüzden de Andrei Rublev'in finalinde atlar önemli bir imgedir.
Yine aynı filmdeki bir başka dikkat çekici özellikte hiçbir şekilde gökyüzünün görülmemesidir. Andrei Rublev'in tüm planlarında gökyüzü gösterilmezken toprak seyircinin neredeyse gözüne sokulacak şekilde belirgin gösterilmiştir.  "Benim her zaman her şeyden çok ilgimi çeken şey toprak olmuştur. Topraktan çıkan ya da toprak üzerinde yetişen her şeyin serpilip büyüme süreci beni büyülüyor, ağaçlar, çimenler... Göğe doğru yükselen her şey... İşte bu yüzden filmimizde gökyüzü topraktan doğan, toprak üzerinde yetişen her şeyin yükseldiği bir boşluk olarak görülüyor. Bana göre gökyüzünün kendi içinde ve kendi başında sembolik bir anlamı yoktur"

Kaynak tavsiyesi:

Mühürlenmiş Zaman, Andrey Tarkovsky, Agora Kitaplığı

Şiirsel Sinema Andrey Tarkovsky, Derleyen: John Gianvito, Agora Kitaplığı

Büyülü Fener, Ingmar Bergman, Agora Kitaplığı

Kayıp Umudun İzinde Andrey Tarkovski Sineması, Babek Ahmedi, Küre Yayınları

10 Temmuz 2019 Çarşamba

Uzaktan Görme Neşriyatı


Flaneur #5

* Merhaba

* Sinsi, riyakâr, niş bir kişilik. Karşınızda Cüneyt Özdemir. İliştirilmiş gazeteciliği Türkiye'de neşretmiş ağa babadır kendisi. Türker İnanoğlu'nun koruması altında hayatını ABD'de sürdürmektedir. Mabadı rahat olduğu için de her konuda herkese rahatlıkla sallamaktadır. Bir de o itici kahkakası varki, tahammül edilemez...


* İletişim Yayınları'ndan çıkan kitapların hepsinin kapakları çok güzel. Teşekkürler Suat Aysu.


*
İthaki Yayınları, İsaac Asimov'un Gökteki Çakıl Taşı kitabının ilk Türkçe baskını geçtiğimiz ayda raflara çıkardı. Yakın durmanızı öneririm. İhsan Tatari'nin çevirisiyle.

* Çeşme'de keriz silkelemek için güzel beach clublar var arkadaşlar. Before Sunset, Cove Ayayorgi gibi. Efil efil rüzgâr altında, soğuk denize girmeniz için kelle başı 100 lira vermeniz gerekiyor. Ha oldu da canınız soğuk bira istedi. Onun için de 40 lirayı gözden çıkarmanız gerekiyor. Bu durumdan canı yananlardan biri Anıl Aba olsa gerek, Birgün gazetesi kendisine köşe vermiş o da konuyu mülahaza etmiş. Bu arada bu söylediğim beachlere paranız olsa bile giremeyebilirsiniz. Zirâ ilginç bir kast sistemi devrede burada. (Kelimenin tam anlamıyla kapitalizmin bağırsaklarını görüyorsunuz) Kapıdaki görevli sizi yeterince para harcayacağınıza ikna olmazsa, "Rezervasyonunuz yoktur" gerekçesiyle almıyor. Ya da oldu da rezervasyon yaptırdınız ve zamanında gitmediniz, "Rezervasyonunuz düşmüştür" gerekçesiyle yine giremiyorsunuz. Buraları tercih edecekler tüm bu hususlara dikkat etsin lütfen...

* Bu arada iktidar partisinin en çok övündüğü unsuların başında malum yollarımız geliyor. Kaymak gibi yollarımız, köprülerimiz var. Devlet bunları yap-işlet modeliyle halkın hizmetine sokmuş. Eyvallah ancak neden bu kadar pahalı? Özel aracınızla İzmir'e gidiyorsanız Osmangazi köprüsüne 130 lira, Osmangazi'den sonraki Bursa-Balıkesir bağlantı otoyoluna 33 lira, Aydın-İzmir otoyoluna da 12 lira vermek zorundasınız. Yani toplamda İzmir'e ulaştığınız HGS bakiyenizden 175 lira eksilecek. Gidiş-dönüş 350 lira demek. Benzin masrafı hariç, sadece kara yollarına ödediğiniz tutar bu. Bu konuda elbetteki yetkililer halkın yaşamını kolaylaştırmak için bir şey yapmayacaklar. Gebze üzerinden Körfez'i dolanıp dolanmamak arasında gidip geleceğiz uzun süre...

* Genelkurmay Başkanlığı, Türk İstiklal Harbi adı altında Millî Mücadele'nin anlatılıldığı seriyi online erişime açmış. Haftanın en güzide haberlerinden biri.

* İstanbul'un yaşanabilir bir şehir olduğunu metroda ve sokakta artan kitap okuyucularından anlayacağız.

* Sabancı Vakfı'nın Dijital Yalnızlık konulu kısa film yarışmasına başvurular başlamış. Son katılım tarihi 22 Kasım.

* Çeşme-Atina arası feribot seferleri başlamış. Feribotun fiyatı 55 Euro (Arabasız binim). İlk seferde de bizimkiler feribotu Mehter ile uğurlamış. Yolculuğun toplam süresi de 7 saat sürüyormuş. Güzel haberler bunlar.

28 Haziran 2019 Cuma

Wristcutters a Love Story


İntihar kavramının Gülen Gözler filmi tadındaki naiflikle anlatıldığı Wristcutter a Love Story, Orta Avrupa Sineması'nın Michael Haneke'yi örnek alan kuşağından Goran Dukic'in elinden çıkma.

Kara mizahın ağırlıkta olduğu ve Türkçeye Bilek Kesenler olarak çevrilen filmde, kendi hayatına son verenlerin bir aradı bulunduğu distopik dünya ve onun eksenindeki karakterlerin yaşamları anlatılıyor.

Yahşi Batı'nın Miki filmi sekansında "Bir aşk hikâyesi, hayat kadar gerçek" tadındaki repliği hatırlatarak, filmin geleneksel kamera tekniğiyle (35 mm) çekildiğini söyleyebiliriz.

"Hayat bir yolculuktur, ölüm sonrası ise delicesine bir macera" mottosuyla insanlığın varoluşundan beri sorguladığı ölüm konusuna değinen, Zagreb Dramatik Sanatlar Akademisi'nden mezun Goran Dukic senaryoyu oluştururken Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü adlı kitaptan esinlenmiş.

Otoritenin, iktidarın, kapitalin, anarşinin, düzenin olmadığı bu ütopik dünyada varolmanın tek koşulu intihar etmiş olmak. Konu olarak oldukça ilgi çekici ve absürt nitelikler taşıyan Bilek Kesenler hakkında heyecanınızı törpülemeden, ilk boş anınızda izlemenizi öneririm.

27 Haziran 2019 Perşembe

West Ham'lı Lenin

Postmodern zamanlarda yaşasaydın eğer iyi bir West Ham United taraftarı olacağını düşünüyordum.

Inter City Firm trenlerinde makinistlik yapıp, Londra'nın güneyindeki işçi mahallesinde oturup, hafta sonu çocuklarının elinden tutarak maça götürebilirdin. Aldığın maaştan dolayı çok da hayat gailen olmazdı. Birleşik Krallık'ta en çok kazandıran mesleklerden biri seninki.

Millwall ile olan rekabette kavgalara girer miydin? Kesinlikle! Henüz lise öğrencisiyken başlardı bu kavga. E tabi sonra çoluk çocuğa karışacaksın, o vakit uzaklaşırdın. Artık seni kale arkasından protokol tribünün altına alma vakti de geldi. Ancak biliyorsun içten içe o çocuğa holiganlık aşılanacak. This is England felsefesinin olmazsa olmazı bu çünkü...

O zaman şu soruyla bitirelim, total futbol mu kolektif futbol mu?

26 Haziran 2019 Çarşamba

Kara Murat

Cüneyt Arkın'ın Londra'da İngilizcesi kötü olduğu gerekçesiyle James Bond rolünü reddettiğini biliyoruz değil mi?

20 Haziran 2019 Perşembe

Tadı kaçmış şarkılar #1


* 123 saniyeden fazla kaynamış suda tutularak kayısı kıvamı kaçırılmış haşlama yumurta tadında

* Yağmurlu 5 Mayıs 1789 sabahında Paris'te başlayan ihtilal gibi

* Roma-Paris trenini kaçırdıktan sonra Termini'de içilen kahvenin uyku mahmurluğunu açması gibi hem moral bozukluğuna hem de zihne iyi gelir.

* Hollywdood filmlerinin Marksist ve Feminist kuram kaynaklı eleştirel okuması

* 09:15 vapurunu bekleyen Cemal Süreya gibi. Gerçek Kadıköylü

* Düşüncülerinden dolayı KGB tarafından sorgulanan, eserleri Sovyet Rusya'da yasaklanan, Ivan Yefremov'un Aldous Huxley ve Yevgeni Zamyatin'in distopik yapıtlarına cevap olarak yazdığı Andromeda Nebulası kadar güzel. Bir rivayete göre Mad Max'in esin kaynağı, bir başka rivayete göre de Hollywood'un rüya avcısı...

*  35 liraya yediğim hamburgerden 5 liralık döner keyfi alıyorum

* Rodos adasından Marmaris'e geçerken verilen 15 Euro ayakbastı parası şaşkınlığı

* Roma'da gece 00:00 olduğunda sokaklarda kimse kalmıyor, şehir hoparlöründe bu şarkıyı çalıyorlar

* Cengiz Kaan'ın başkenti Karakurum'a Asım Şengör ile birlikte giderken, eski Sovyet uçağında sıcak kahve içmenin verdiği keyif.  Sıcak kahve Stalin döneminden kalma bu uçaklarda gerçekten büyük lüks...

* Napolyon'un büyük Rusya seferini kaçıran Paris'teki sınıf subayının bir zamanlar masasında çalan şarkı

* Antik dönem Atina'sında âdet olduğu üzere yere düşen ekmek kırıntısını almayan, güneşte bunaldığı için Akropolis sütunlarının gölgesinde tembellik eden, güzel söz sanatını da iyi icra eden adamın Helen burunlu karısı. Akşama Plaka'da rakı içecekler...

* Kaçtığını zannediyorsun ama kaçamıyorsun b'oğlum

* "Kitaplar ve fahişeler sergilenirken sırtlarını çevirmeyi severler", beni sakın linç etmeyin, Walter Benjamin söylüyor bunu, inanmayan "Tek Yön" kitabının 39. sayfasına baksın (YKY, 8. Baskı, Şubat 2018)

* Mütareke dönemi işgal altındaki İstanbul'unda İngilizlerin 4 çayına gitmek için ağzı sulanan 2. sınıf Türk beyefendisi gibi 

* Zorlu hava şartlarından dolayı İspanya'nın kuzeyine planlandığı şekilde inememiştik. Bununla ilgili yaşadığım acı ve heyecanlı bir tecrübe var

* Güzel bir kadını gizli gizli süzmek, dudak kıvrımlarını öpmeyi istemek gibi

Papooz


Fransa'nın başkenti Paris'ten 1789 devrimi gibi çıkmış bu ikili. Klipleri de çok hoş. 

20 Nisan 2019 Cumartesi

Kimi sevsem çıkmazı değil, Jon Bon Jovi

19. Yüzyıl'da yaşasaydı Montesquieu'nun övgüsüne mazhar olacak, Büyük Konstantin'in İstanbul'unda Doğu Roma ordularının başkomutanlığını ifa edecek, sigarayı Clint Eastwood karizmasında içecek, Bolşevik Devrimi'nin yuttuğu Troçki'nin faziletli danışmanlığı yürütecek, Mareşal Atatürk'ün masasında Çalın Davunlları diyecek, Atatürk'ü Selanik Türküsü ile hüzünlendirecek, Atilla'yı ziyafet sofrasında suikasta uğramasını engelleyecek, Churchill'in kimseyle paylaşmadığı büyük purolarına ortak çıkacak, Adolf Hitler'i vegan masasından kaldırıp mangala davet edecek bir bünye görüyorum onda.

Jon Bon Jovi, hâlâ çok karizmatik, hâlâ birçok kadın için tutulamayacak çekicilikte... Ömrün uzun olsun.

Ingeborg Bachmann

- Her erkek ve kadın aşık olabilir mi?

Frankfurt Ekolü'nün temsilcilerinden Ingeborg Bachmann, soruya çok net şekilde "Hayır" yanıtını verdi. Çünkü Bachmann aşk mefhumunu sanat yapıtı olarak görüyordu.

13 Nisan 2019 Cumartesi

Paris, Texas

İçimde büyük bir çöl var. Hayatım demiryolları kadar sıradan. Yıllardır aradığım tek bir kadın var, nerede bulacağımı bilmediğim. Güldüğü zaman saçları ağzına giren, saçlarını kulağının arkasında toplamayı seven. Havalar soğuk, beni etkilemiyor. Yürümeye devam ediyorum. 

12 Nisan 2019 Cuma

Home From The Hill

ABD tür sinemasının aşırı cinsel stereotiplerini içeren, kadın seksüelliğinin yarattığı gizem üzerinden dişilik kodlarını anlatan Home From The Hill,  eleştirmenlerce testosteron deposu olmakla anılmaktadır. 

Tür filmlerinin timsali aşırılık, (Pier Paolo Pasolini'nin 1975 yılındaki Salo Ya Da Sodom'un 120 Günü sonraki neslin iyi bir örneğidir) filmde, Teksas'ın olabildiğince eril bireylerini aile mefhumunu merkeze alarak anlatılıyor.  Bu yüzden ağır temposu, uzun diyaloglarıyla zlemesi oldukça zor bir yapım.

Erkeklerin ağızından eksik olmayan sigara, avcı toplum, (rahatsız edici av görüntüleri), hiç bitmeten sarhoşluk halleri, alabildiğince eril bir anlatım. Erkekler ne kadar iyi avcıysa toplumda statüsel olarak o kadar yüksekler. Argo konuşmak, kahveyi şapurdatarak içmek bu bölgenin yazılı olmayan toplumsal kuralı adeta.

Filmin yönetmeni Vincente Minnell, ABD'nin en üretken isimlerinden biri. Sadece 1945 ile 1960 arası 20'ye yakın film çekiyor. Gigi filmi ile de Akademi Ödülü'ne layık görülüyor. Yeniliğe açık, cesur bir yönetmen.

Home From The Hill, yönetmenin melodram olarak çektiği türden. Melodram 60'lı yıllarda ABD sinemasının önemli bir muhteva teşkil ediyordu. (Melodram ABD'den örnekle 1960'ların sonunda Yeşilçam'a da sıçradı)

2 saat 30 dakikalık filmin ağır temposunun yanında birkaç sekanstaki erkek şiddeti karşısında seyirci olarak çarpılıyorsunuz. Filmi akademik makalelere konu eden yönü de bu.

18 Şubat 2019 Pazartesi

Amerikan propaganda bombası; The Umbrella Academy

Sovyet kadınlarının havuzda bale eğitmiyle açılan The Umbrella Academy, daha ilk sekansta propaganda duygusu veriyor.

Dünyanın farklı noktalarında 43 kadının daha önce hamile kalmamış olmamalarına rağmen hepsinin aynı anda çocuk doğurmaları, Hristiyan metinlerinde çok kez okuduğumuz Meryem-İsa ilişkisini akıllara getiriyor.

Netflix'in yine çizgi roman ekmeğini yiyerek ve biraz da para harcayarak meydana getirdiği büyük prodüksiyon açılış sekansıyla "güzeeel" geliyor gibi dursa da basit propaganda tekniklerinden dolayı izleyicidi de soğuma hissi uyandırıyor.

Soğuk Savaş döneminde (özellikle de Rock serisi) gördüğümüz klişeler ne yazık ki "Şemsiye Akademisi"nde çok çok göze batırılıyor.

Filmin yine açılış sekansında, Moskova'ya "özel güçleri olan çocukları" toplamaya gelen,  Sir Reginald Hargreeves, Rus aileden çocuğu para karşılığı satın alıyor. Bu sekansın masum olduğunu düşünüyor musunuz? Yine (spoilera kaçmadan), 1 numaralı çocuğun (diğer karakterlerden farklı şekilde) Ay'da yaşıyor olması. (Ay sekansı, ABD'lilerin dünya izleyicisine "Uzaya ilk Ruslar gitti ama Ay'a ilk ayağı biz bastık" mesajı ) Tüm bu unsurlar, ABD sinemasında hâlâ Sovyet ve Rus dönemine yapılan göndermelerin eskimediğinin en canlı dışa vurumunu gösteriyor.

1. bölümün finalinde çalan İstanbul not Constantinople şarkısı da, diziyi izleyen Netflix Chill tayfasını, İstanbul'u konu edinen Hakan Muhafız'a merak uyandırarak, yönlendirmek için eklendiğini düşünüyorum.

Bunun dışında (1. bölümdeyim hâlâ), dünya 8 gün içerisinde yok olacak ve 7 kahramanımızın mutlaka "kahve demlemek" dışında bir şeyler yapması gerekiyor.

Hemen belirtmem gerekirse Netflix'in Dark, Stranger Things, The O.A, Rain, Mindhunter gibi yapımlarının yanında oldukça hafif siklet kalan bir dizi. 2. sınıf...

5 Şubat 2019 Salı

Ortaya karışık çerez alalım; You

Netflix'in, Greg Berlanti ve Sera Gamble'a emanet ettiği You, sosyopat Joe Goldberg'in...  Yok yok hayır...  Klişe sosyopat karakter analizi yanlış olacak.

Sanıldığının aksine Joe Goldberg bir sosyopat değil, çünkü karşısındakinin duygu ve düşüncelerini anlama yetisinden yoksun biri değil. Öyle olsaydı Paco ve annesine ve Beck'e neden yardım etmek isterdi? Neden onların sorunlarını kafaya takıp çözüme kavuşturmak isterdi? O yüzden Joe Goldberg karakterine ben sosyopat demeyeceğim. (Hatta Paco konusunda oldukça da naif bir kişilik)

Joe Goldberg'i eksenine alarak anlatan You, artık konuşacak heyecanları kalmamış ev çiftleri ile bekar evlerinde izlenilecek türden çerezlik bir yapım.

Joe, - hadi burada katarsis yapalım- ruh hastası bir karakter. İnsanların ölümüyle dolaylı veya doğrudan bir ilgisi var. Kendisi istemese de - kötü niyetli değil- bir şekilde olayların içine girebiliyor ve suyun akışının engellenememesi gibi hadiseler gelişiyor.

Beck, kişilik erezyonu yaşayan, hayatıyla ilgili birçok problemi örselemeye çalışan zayıf bir birey. Kitapçıda tanıştığı Joe'dan etkileniyor. Ancak Joe onun istediği standartlarda bir adam değil. Kitapçıda çalışıyor, hayatla ilgili büyük beklentileri yok. Joe'yu kitapların tozlu raflarıyla ilgilenmek mutlu ederken Beck'in tahayyül ettiği yaşam daha farklı.

Ancak yine de ikisi de kahvaltıda yaptıkları kreplerden mutlu olabilen kişiler. Bu yüzden de ruhlarında biraz saflık mevcut.

You, psikolojik-gerilim türünde gösterilse de bünyede daha çok absürt-gerilim tadı bırakıyor. İzlemesi kolay. Ruhu sıkmayan dizi finaliyle 2. sezona da göz kırpıyor.

29 Ocak 2019 Salı

Hissî alışkanlıklar

Aşk her şeyden evvel hissî bir alışkanlıktır. Gözlerimiz belli bir güzelin yüzüne alışır; muhayyelemiz belli bir hava içinde sarılı kalır; kalbimiz yalnız bir sesin, bir ismin tiyarkisi olur ve işte, bunu değiştirmek zorunluluğu başgösterince insan kendisini çırılçıplak soyulup evinden sokağa atılmış kimsesiz, avare yaşamaya mahkûm olmuş hisseder. 

Yakup Kadri Karaosmanoğlu - Sodom ve Gomore / İletişim Yayınları, 34. Baskı, 2017, sayfa 36