29 Eylül 2017 Cuma

Tanıl Bora'nın 'Zaaflarımın Aynası' listesi

Leviathan / 2014
Tanıl Bora iyi akademisyen, iyi yazar, iyi editör, iyi siyaset bilimci olduğu kadar iyi bir film izleyicisi de. Onun tavsiyeleri de bizim için önemli.

Türkiye'nin en iyi sinema içerikli dergilerinden Altyazı'ya "zaaf işte" dediği 10 filmi yazan Bora, seçtiği filmleri de tarihlerine göre kategorilendiriyor.

"Gayet uçarı sinema ilgimin zaaflarını bildiğimi sanıyorum. Bir kere hafızam zayıf, sadakatim düşük. Zamanında hayran olduğum filmler zihnimden takatten düşebiliyor."

Bora bu söyleminde o kadar haklı ki. Hafızamız hep zayıf. O yüzden yazı var. O yüzden biz de bu mecraya iyi dizileri, iyi filmleri yazmaya gayret ediyoruz. Hafızada kalıcı olması için.

Eski dostlarıyla sinema üzerine yaptığı konuşmada Bora'ya bir arkadaşı 'büyük sinema'nın bittiğini söylüyor. 

"Geçen iki eski arkadaşımla tartıştık, onlar 'büyük' sinemanın epeydir bittiğini savunuyordu, bense tam tersine yepyeni bir bereket kazandığını. Belki bu tartışmanın taze hırsının da etkisidir; listem fazlaca 'yeni' olmakla, 'büyük' klasikleri ihal etmekle malûl"

Bu konu hakkında biz de Bora gibi düşünüyoruz. Zira 'büyük sinema' bitmedi. Andrei Tarkovski çıkaran bir ülke, bu kez 2014'te Andrey Zvyagintsev'in Leviathan'ını çıkardı. (Ki Bora'da kendi listesinde Leviathan'ı örnek veriyor. Aklın yolu bir)

Bora'nın Balkan, İran sinemalarından da örnek verdiği listesi şöyle:

Zaaflarımın Aynası 
Tanıl Bora

1. Kesişen Hayatlar (Krugovi, 2013)

Yönetmen: SRDAN GOLUBOVIC

2. Babam İş Gezisinde (Otac Na Sluzbenom Putu, 1985)
Yönetmen: EMIR KUSTURICA


3. Yağmurdan Önce (Before The Rain, 1994)
Yönetmen: MILCHO MANCHEVSKI


4. İnsanları Seyreden Güvercin (En Duva Satt på en Gren och Funderade på Tillvaron, 2014)
Yönetmen: ROY ANDERSSON


5. İyi Yürek (The Good Heart, 2010)
Yönetmen: DAGUR KÁRI


6. Bir Ayrılık (Jodaeiye Nader az Simin, 2011)
Yönetmen: ASGHAR FARHADİ


7. Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar (Mujeres al Borde de un Ataque de Nervios, 1988)
Yönetmen: PEDRO ALMODÓVAR


8. 12 Öfkeli Adam (12 Angry Men, 1957)

Yönetmen: SIDNEY LUMET

9. Özel Bir Gün (Una Giornata Particolare, 1977)
Yönetmen: ETTORE SCOLA


10. Leviathan
 (2014)
Yönetmen: ANDREY ZVYAGINTSEV


Tanıl Bora'nın yazısının tamamını okumak için tıklayın

Bir Stalin komedisi; The death of Stalin

İsmi, bilinirliği önemli olmayan bir yönetmen, Sovyet dönemine ait bir film çekerse ve filmin odağında dünyanın her dönem konuştuğu liderlerden biri olan Josef Stalin olursa o iş ne kadar iyi veya ne kadar kötü olsa da ilgi çeker.

İtalyan asıllı İskoç yönetmen Armando Giovanni Iannucci'nin son projesi Stalin üzerine bir kara komedi.  Film, Sovyet liderinin ölümünden sonra parti yöneticilerinin 'Stalin sonrası' düştüğü boşluğu komik bir dil ile anlatma amacında.

Fransız çizer Fabien Nury tarafından yaratılan çizgi roman serisinden aynı isimle uyarlanan filmin oyuncu kadrosu da hayli renkli. The OA projesiyle gündeme oturan Jason Isaacs, Sovyetlerin en büyük askeri 'deha'larından, Stalingrad kahramanı Mareşal Georgy Zhukov'a hayat veriyor.

The Big Lebowski ve Con Air filmlerindeki performansıyla kendine özgü bir hayran kitlesi edinen Steve Buscemi de Sovyetler birliğine demokrasiyi getirdiğini iddia eden Sovyetlerin 4'üncü devlet başkanı Nikita Khrushchev'i canlandırıyor.
Fabien Nury'nin eseri The Deat of Stalin'in çizgi roman versiyonu
İngiliz işi kara mizah olan yapımın bana göre izlerken olumsuzluk uyandıracak, sivrisinek vızıltısı gibi rahatsız edecek kısmı dil seçimi.

Bir dönem filminin, hele ki Stalin gibi tarihin her dönem tartışılagelmiş bir liderinin anlatıldığı bir hikâyeyi İngilizce ne kadar kurtaracak göreceğiz. Toronto Film Festivali'nde de gösterilen yapımda, eleştirmenlerin en çok yakındığı konu, kullanılan dilin filmin doğasına aykırı bulunması olmuştu.

Oyuncu kadrosunun çeşitliliğiyle umut vaat etse de ortalamanın üzerinde olmayan bir kara mizahtı. Fransız ile İngiliz mizahını birleştirip Stalin üzerinden güldürü yaparak para kazanmak isteyen film şirketi sanırım beyazperde salonlarından tokat yiyecek gibi duruyor.

Film bu hafta sonu Birleşik Krallık'ta vizyonda. Türkiye'deki vizyon tarihi henüz belli değil.  Şahsen, ülkemizeki film dağıtımcılarının böyle bir kumarı oynamak istemeyeceklerini düşünüyorum, o yüzden de filmin ülkemizde gösterilme ihtimali az. Zira Stalin zaten ülkede pek sevilmeyen bir karakter, filminin de dikkat çekeceğini zannetmiyorum.

Şimdilik nokta koyalım; sizi fragman ile baş başa bırakayım.

Stalin kitabının çizgi romanını okumak için tıklayın (.Çizgi romanın ne yazık ki Türkçe basımı yok. Fransızca, Almanca ve İngilizcesi hali hazırda bulunabilir. Türkiye'deki kitapçılarda İngilizce satan yer görmedim. Merak edenler yönlendirdiğim adresten edinebilirler.)

28 Eylül 2017 Perşembe

Emrah Serbes'in 'itiraf'ı üzerine

Emrah Serbes, 22 Eylül 2017 tarihinde sabah saat 04:30'da Aydın-İzmir otobanında bir kazaya karıştığını bugün Twitter hesabından yaptığı paylaşım ile 'itiraf' etti. Serbes, 6 gün sonra gelen itirafın nedenini 'vicdanına' bağlıyor.

Peki bu 6 günlük süreçte neler oldu.

Sırayla bakalım.

Kaza anından sonra olay yerine gelen jandarmalara kazayı yapanın Kenan Doğru olduğu söylendi. Bu kapamda Serbes'in Beşiktaş tribününden tanıdığını söylediği arkadaşı cezaevine girdi. Ancak bugün gelen 'itiraf'tan sonra tüm bunların 'yalan' olduğunu öğrendik. Kamuoyunun kızgınlığı da belki buna.

Kazada 59 yaşındaki sürücü Ayhan Özçelik ile 16 yaşındaki kızı Zeynep Özçelik olay yerinde hayatını kaybetti. Annenin de halen yoğun bakımda olduğu söyleniyor. Akıbeti umarım düzelmiştir.

Ailenin avukatları araçta bulunan Emrah Serbes'e de uyuşturucu testi yapılmasını talep etti. Aynı zamanda İzmir Torbalı Cumhuriyet Başsavcılığı da kazanın 'şüpheli' olduğu gerekçesiyle soruşturma başlattığını duyurdu. ( 26 Eylül) Soruşturmaya göre, hava yastıklarındaki kan örnekleri alınacaktı. Böylece sürücünün kim olduğu konusunda bir mahkeme kararı ortada olacaktı.

Serbes de bugün, tüm bu olayların üzerine (bu olayların basına günler sonra yansımış olmasına da dikkat ederek) ( 28 Eylül) 'itiraf'ını mektupla yazarak savcılığa teslim olacağını açıkladı.

Serbes'e yönelik yapılan linç politikasını doğru bulmuyorum. Zira ortada henüz bir mahkeme kararı yok. Ayrıca Emrah Serbes'in 'alkollü' olduğu sadece bir iddia. Ancak gerçekten alkollü de olabilir. Kaldı ki tüm bu şüpheler, Serbes'in aracı alkollü kullandığına işaret ediyor.

Kamuoyunun merak ettiği "Neden 6 gün bekledi" sorusuna Serbes yine mektubunda "Şoka girdim" olarak açıklıyor. Dün polise verdiği ifadeye göre de kazadan sonra psikiyatri kliniğine yatarak kendisini hapishane koşullarına hazırlamış.

Şov yaptığını da söyleyen bir kesim var.  Bir nebze de haklılar. Ortada sorgulayacakları çok fazla 'sorun' var.

Şimdilik açıklanması gereken tek bir nokta var. Kazaya sebep olduğunu itiraf eden Serbes, kaza anında alkollü müydü yoksa gerçekten de mektubunda söylediği gibi her şey bir çukura girmesiyle meydana gelen kaza mıydı? Eğer ikinci ihtimal ise bu konuda ölen baba ve kızına üzülmek dışında yapabileceği bir şey yok. Vicdani sorumluluğu çok ağır. Ancak birinci ihtimal doğruysa ağır bir vicdan sorumluluğunun yanında, bilerek (hukuk dilinde taksirler, bilerek, kasten, kusurda bulunma) iki insanın canına kıymış olmanın bilinci. Bu iki durum Serbes'i ömür boyu bırakmayacak.

Kimsenin bir insanı bilerek öldürmek isteyeceğine inanmıyorum, en azından inanmak istemiyorum.

Serbes'in cezaevine götürülürken söyledikleri bile tepki çekti. Neden? Çünkü kamuoyu bu laflara tok. Eğer ki sadece "Pişmanım" deseydi daha makbule geçecekti.

Ne dedi o;

"Hiçbir şey bir genç kızın hayatı etmez. Yere batsın Emrah Serbes... Benim Adım Emrah Serbes, sonunda t yok. Bundan sonra benim sonumda hiçbir şey yok. Ömür boyu bu vicdan azabıyla yaşayacağım. Keşke ben ölseydim o kazada. Çok özür dilerim herkesten."

Neresinden bakılırsa çok acı bir olay...

Atılgan, cesur ve hep tek başına bir deniz subayı; Bernhard Rogge (WW2'den portreler)

İkinci Dünya Savaşı'yla ilgili portreleri yazarken, yüzlerce komutan, binlerce asker arasından yaptığım okumalardan seçtiğim en ilginç karakterleri sizlerle paylaşmayı istiyorum. Araştırmalar hep en farklıyı keşfetmek üzerine. Bu keşif sonucu bulduğum konu ve kişilik üzerine kişinin portresini detaylı olarak inceliyorum. Türkçe kaynak çok kısıtlı olduğu için Almanca, İngilizce ve İtalyanca yazılmış onlarca kaynak taraması yapıyorum. ( Harp tarihi üzerine okumayı sevenler için en birincil Türkçe kaynak yer olmasını arzuluyorum bu mecranın.)

Büyüdüğü zaman Alman Deniz Kuvvetleri'nin (Kriegsmarine) en öncü amirallerinden biri olacak olan Bernhard Rogge, 4 Ağustos 1899'da Almanya'nın Danimarka sınırındaki en soğuk kasabalarından biri olan Schleswig'de doğdu.

Ailesi, Martin Luther'in öğretilerini temel alan Lutheryan muhafazakârdı. Rogge'un anne tarafı da Yahudi kökenliydi. (İlginçtir ki Kriegsmarine'deki birçok subay Yahudi kökenliydi. Tıpkı, Luftwaffe'deki en üst düzey Yahudi; Hava Mareşal Erhard Milch gibi)

1914 yılında, 15 yaşındayken Kayzer Almanyası'nın Alman Deniz Kuvvetleri'ne (Kaiserliche Marine) katıldı. Yaşı küçük olduğu için çeşitli kruvazörlerde görev yaptı. 1917'de 18 yaşındayken Akdeniz görevine getirildi. 1918'de Britanya ordusu ile girilen deniz savaşlarında gösterdiği yararlardan dolayı birinci ve ikinci sınıflarda Demir Haç nişanını kazandı.
Savaştan sonra donanma kuvvetlerindeki görevi devam etti. Ancak Versay ile Almanya'ya yönelik uygulanan kısıtlamalardan dolayı, Eylül 1939'a kadar Kriegsmarine'deki denizcilerin vücutlarının daha estetik hale getirilmesi amacıyla uygulanan Yelkenli Eğitim Programları (Albert Leo Schlageter) eğitmeni oldu. Bu görevini icra ederken aynı zamanda kurmaylık sınavlarını da kazandı.

Albert Leo Schlageter'a burada ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Schlageter, I. Dünya Savaşı'ndan sonra ordudan ayrılan askerlerce paramiliter bir güç olarak kullanılan Freikorps'un kurucularındandı. Freikorps, aşırı Alman milliyetçilerinden oluşuyordu. İlk harekete geçtikleri ve resmi olarak kuruldukları tarih Versay'ın öncesine, Aralık 1918'e dayanır. Eski askerlerin liderlik yaptığı Freikorps mensupları genellikle işsiz ve milliyetçi gençlerin gönüllülüğü esasına dayanıyordu.
Albert Leo Schlageter, işlediği suçlardan dolayı Fransızlar tarafından idam edildi.
1919 yılına gelindiğinde Freikorps birlikleri Almanya'nın her yerine dağılmış durumdaydı. Mevcut sayıları 65 kolordu büyüklüğündeydi. (Adolf Hitler'i Almanya'daki iktidara taşıyacak güç Freikorps'tan meydana geliyordu. III. Reich'ın oy potansiyeli Hitler Gençliği'nin temeli  Freikorps'tan çıkmaydı)

Freikorpslar, Kayzer Almanyası'ndan sonra Weimar Cumhuriyeti yönetimindeki Alman sosyal demokratlar tarafından komünistlerin muhalefette etkisiz hale getirilmesi amacıyla finanse edildiler. Berlin başta olmak üzere önemli tüm Alman şehirlerinde meydana gelen sokak olaylarında paramiliter güç olarak kullanıldılar. Bremen, Brunswikc, Hamburg, Münih, Halle, Leipzig, Silezya, Thüringen, Ruhr bölgesinde şiddetli sokak çatışmalarında yağmacılık ve talan da yaptılar. Yaşanan şiddet olaylarından dolayı, sosyal demokrat partinin lideri Philipp Scheidemann hükümeti eleştirildi.
I. Dünya Savaşı gazileri, askerlikten emekli olan veya ordudan atılan ve aşırı Alman milliyetçilerinden oluşan Freikorps birlikleri. Berlin / 1921
Freikorps birlikleri 1924 yılında ortadan kaldırıldı. Bu hareketten sonra Freikorps lideri Ernst Röhm, Adolf Hitler'in kurduğu NSDAP'ın (Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi) etrafına geçerek kurucusu da olduğu ve bir süre Hitler'in yakın korumalığını da yapacak olan SA (Sturmabteilung) birliklerinin başına geçti.

Berhnhard Rogge da 1923'e kadar Freikorps üyesiydi. Rusya sınırından gelebilecek bir Sovyet saldırısına karşı ülkesini korumak amacıyla Polonya sınırında görev yaptı. Sokak olaylarına pek karışmadı. Freikorps birlikleri ortadan kaldırıldıktan sonra Hamburg'a döndü. Burada yelken eğitimlerine devam etti.

Rogge'un Alman Deniz Kuvvetleri'ndeki yenilikleri

Rogge, devrimci ve aydın görüşlü bir askerdi. O yüzden donanma komutanlığında görev yapacak askerlerin çeşitli iklim koşullarına, uzun çalışma saatlerine, uykusuzluk ve açlık gibi sorunlara karşı aylarca direnç gösterebilecek bir karakterde olmasını istiyordu. Deniz kuvvetlerini de bu kritere göre geliştirdi.

1939'da suya indirilen ticaret gemisi Raider Atlantis'in koruma kaptanı oldu. Atlantis görünüde bir ticaret gemisiydi ancak kaptan Yüzbaşı Rogge onu Singapur'daki casusluk faaliyetleri amacıyla kullandı. Rogge'un verdiği bilgiler Japonya'ya çok yaradı.
Rogge'un deniz üstündeki yoldaşı Atlantis
Rogge, istihbarahat çalışmarı sonucunda Amerikan ve İngilizlerin Singapur savunma planlarını ele geçirerek Japonlara teslim etti. Japonların Aralık 1941'de başlattığı Asya Fetih Harekâtı kapsamında Singapur 4 ay gibi kısa bir sürede düştü.

İmparator Hirohito, Yüzbaşı Rogge'u başarılarından ötürü kişisel mükafata değer gördü. Alman komuta kademesinde Rogge dışında Japonya İmparatoru tarafından özel olarak mükafatlandırılan 2 isim vardı. Biri Luftwaffe Komutanı Hermann Göring, diğeri de stratejik ve komuta dehasını anlatmak için Türkçe'nin kelime dağarcığının yetmeyeceği 'Çöl Tilkisi' Mareşal Erwin Johannes Eugen Rommel'di. Rogge, 'kılıç'a layık görülen en düşük rütbeli personel olmuştu. Bu bakımdan da ilginç bir unvana sahipti.
İmparator Hirohito tarafından Rogge'a armağan edilen kılıçlar
Singapur'daki görevinden sonra 28 Şubat 1943'te Deniz Kuvvetleri Saha Eğitim Sorumlusu ve Filo Oluşumu Komutanı olarak görev yaptı. 10 Mart 1945'te Hitler tarafından Muharebe Grubu Komutanlığı görevine getirildi. 10 Nisan 1945'te buradaki görevinden istifa etti. Zira Almanya'nın tüm donanması Müttefiklerin eline geçmişti.

Rogge savaştan sonra Müttefikler tarafından tutuklanmayan ender kurmay subaylardandı. Rogge görevini bıraktığında Koramiral (Vizeadmiral) rütbesindeydi.

Savaştan sonra 1952 yılında Batı Almanya donanmasında göreve başladı. Buradaki görevini 1962'ye kadar sürdürdü. Savaştan sonra yenilenen Batı Alman donanmasının modernizasyonunun temellerini attı.

Geri kalan hayatını Reinbek'te sürdürdü. 29 Haziran 1982 yılında, 82 yaşında hayatını kaybetti.

Rogge, harp tarihinde çekici kılan özelliği kuşkusuz atılgan ve maceraperest karakteriydi.Hamburg limanından Malay yarımadasına yaptığı yolculuklar o dönem için zor bir seferdi. Üstelik dikkat çekmemek adına tüm bu seyahati boyunca hiçbir savaş gemisi tarafından korunmamayı tercih etti.

Rogge deniz tutkunuydu. 82 yıllık hayatında kara üzerinde geçirdiği vaktin deniz üzerinde geçirdiği vakitten çok daha fazla olduğunu söylemişti. Öyleki 1939 ile 1943 yılları arasında karaya sayılı kez çıkmış.

Harp tarihi sanatının WWII olarak kodlanan alanından seçtiğimiz bir portreyi daha dikkatinize sunduk. Savaşın ilginç portrelerini yazmaya devam edeceğiz...

Birincil Kaynakça:

Britannica Encyclopedia  / Freikorps Units - Detaylı bilgiler için tıklayın

German Raider Atlantis (also issued as Under Ten Flags) / By Bernhard Roge - Kitaba erişmek için tıklayın

27 Eylül 2017 Çarşamba

Sense 8

Lana ve Lilly Wachowski kardeşlerin evresini tamamlamış son çalışması.

Spoiler yoktur

Politik olarak anarşist ve sınır tanımaz bir çizgide duran Wachowski'lerin siyasi göndermelerin hayli fazla olduğu Sense 8, sekiz farklı karakterin hayatına odaklanıyor.

Dünyanın farklı noktalarında yaşayan 8 farklı beden. Tek ortak noktaları, ruhları aracılığıyla birbirlerini hissedebilmeleri, birbirlerine dokunabilmeleri ve en önemlisi de zor durumda kalınca birbirlerine yardım edebilmeleri. Öyleki karakterlerimizin hepsinin ayırt edici bir özelliği bulunuyor.
Alman sinemasının başarılı oyuncusu Max Riemelt sekiz karakterden Wolfgang'ı canlandırıyor. Onun ismini Die Welle ile duymuştuk.
Biri polis iken bir diğer karakterimiz LGBTİ aktivisti. Biri profesyonel hırsız, biri kafes dövüşçüsü, biri aktör, biri servis şoförü, biri kimyager, biri de DJ. Hepsinin aslında sıradan bir yaşamları var gibi. Ancak kaderlerinin birbirlerine bağlı olduklarını fark ettikleri an da artık onlar için hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Sense 8'in Limbik sistemi

Wachowski'ler, dizinin temelini limbik sistemi keşfeden Thomas Lewis'ın limbik rezonans sistemine göre atmışlar. Peki nedir bu limbik sistem? Beyindeki, içgüdüyü, duyguları, davranışları ve hafızayı yönlendiren bölüme limbik sistem denir. Sense 8'in 1'ici bölümünün adı da Limbik rezonans.

İdeal düzen kavramı

Hepsi farklı sosyal kimliklere sahip bireylerde Wachowski'lerin düşüncelerindeki ideal düzen kavramını görüyoruz. İktidarlar onlara göre baskıcı ve totaliter rejimler. Karakterleri esir almak isteyen bu totaliterite de dizide Whisper (fısıltı) olarak karakterize edilmiş, karanlık bir karakter. Wachowski'ler var olan düzeni eleştirirken, nasıl bir idealize istedikleriyle ilgili pek de ayrıntı vermiyorlar.
Lost'ta eski Saddam'ın Devrim Muhafızları'ndan biri olarak karşımıza çıkan Naveen Andrews bu kez Hindistanlı Jonas Maliki rolünde.
Her ne kadar 8 karakteri ezber de tutmak zor gibi gözükse de Sense 8'te böyle bir sıkıntı yaşamıyorsunuz. Hikâye derli toplu ve net şekilde anlatılıyor. Birkaç bölüm izleyip diziye ara verip tekrar kaldığınız yerden izlemeye başladığınızda "Önceki bölümde neler olmuştu" gibi bir unutkanlık yaşamıyorsunuz. Wachowksi'ler dizinin anlaşılabilmesi için 'askeri nizam'da özen göstermişler.

Sense 8'in politik alt metni

Sense 8, politik bir alt metne sahip. Hemen hemen her bölümde, LGBTİ hakları, totaliter rejim, siyasi partiler, ekonomik eşitsizlik, cinsiyetçilik, nefret söylemi, kadın hakları, eril toplum, toplumsal farklılıklar, ırkçılık, din, dil, homofobi gibi birçok kavrama değiniliyor.

Temel olarak bilimkurgu temalı olsa da Sense 8 izleyiciye, günlük hayatta her an karşımıza çıkabilecek olayları sunuyor. Dizinin gerçekliği de bu yapısından geliyor.

13 ülke 15 şehir

Netflix'in orjinal yapımı olan Sense 8'e bölüm başına 5 milyon dolarlık bütçe ayıran yapım ekibi, dizinin çekimlerini 13 farklı ülkede gerçekleştirdi. Mumbai, Londra, Bombay, Berlin, Nairobi, Chicago,  Reykjavík, Mexico City, New York, Amsterdam, Brüksel çekim yapılan şehirlerden.

Dizinin finali yazıldı

Sense 8, ikinci sezonunun başlamasından sonra çok fazla izlenmedi ve önce 3'üncü sezonun yayınlanmayacağı duyuruldu. Ancak Netflix'in içerik editörleri dizinin yarım kaldığını ve bir yere bağlanması gerektiği görüşünü dile getirdiler. Ekip, dizinin senarist ve yönetmen kadrosunu yeniden bir araya toplayarak 2 saat sürecek olan final bölümü için Lana Wachowski, David Mitchell ve Aleksandar Hemon'ı yeniden masaya oturttu. Napoli, Brüksel, Paris ve Berlin'de geçecek olan çekimler bu sefer Avrupa'yı merkezine alacak.

Dizinin final tarihi ne zaman yayınlanacak?

Netflix'in kurucu ortağı Reed Hastings'e göre dizinin final bölümü Mayıs 2018'de yayınlanacak.


Sense 8'ler kimler?

Sense 1: Nomi Marks: Erkek olarak doğmuş, muhafazakâr ailesinin tüm tepkilerine rağmen hayatına kadın olarak devam etmeye karar vermiş bir kişilik. Wachowski'ler, Nomi karakteriyle kendilerini anlattıklarını belirtmişler. Onun fikirleri, söylemleri Wachowski'lerin de dünya görüşünü yansıtıyor aynı zamanda. Marks, aynı zamanda blog yazarı.

Sense 2 - Sun Bak: Güney Koreli şöhretli bir iş adamının ilgi göstermediği kızı. Şirkette çok da  önemli bir pozisyonda çalışmıyor ve annesini kaybettikten sonra hayatı mutsuz şekilde devam ediyor. Bak'ın en önemli yeteneği ise, Kung-fu ve Aikido tekniklerinin farklılıklarından meydana getirdiği dövüş tekniğine sahip olması.

Sense 3 - Wolfgang Bogdanow: Berlin'de yaşayan Wolfgang, avcı bir şifre kırıcı. Sokakları ve kavgayı biliyor.  Arkadaşlarına da çok bağlı.

Sense 4 - Will Gorski: Chicagolu polis memuru. Sıradan bir devriye görevindeyken bir kilisenin önünden geçmesiyle hayatı değişir.

Sense 5 - Riley Blue: İzlanda asıllı Brit müzisyen. Londra'da yaşıyor. Müzisyen bir aileden geliyor. Kendisi de DJ.

Sense 6 - Lito Rodriguez: Dizinin en naif karakteri. Duygularıyla hareket eden bir aşık.  Ünlü bir aktör. Ancak eşcinsel kimliğini açıklamaya çekiniyor. Mexico City gibi sert tabulara sahip bir şehirde tüm imajını kaybetmekten korkuyor.

Sense 7 - Capheus Onyango:  Jean Claude Van Damme hayranı bir minibüs şoförü. Kenya'nın başkenti Nairobi'de yaşıyor. Neredeyse herkesin silahlı gezdiği ve suç işleme oranının peynir ekmek tüketimi kadar yaygın olduğu memlekette karakterimiz AIDS olan annesine bakabilmek için mücadele veriyor.

Sense 8 - Kala Dandekar: Kala, Hindistan'da yaşıyor. Sevmediği ama mecbur hissettiği bir evlilik planı var. Ailesi ve kendisiyle ilgili gel gitleri olan karakter izleyiciye Hindistan'ın doğal ve renkli havasını hayranlık uyandıracak şekilde yansıtıyor.

21 Eylül 2017 Perşembe

İvan'ın çocukluğu

Andrei Tarkovsky iftiharla sunar. 

Klasik tam olarak bir Tarkovsky filmi. Ne çok fazla ne de çok az. Makarnayı çok pişirince tadı sertleşip o mahsül ölür ya, Tarkovsky de siyasi mesajlarını, vermek istediği alt metni tam dozunda tutuyor İvan'ın Çocukluğu ( Ivanovo Detstvo) filminde.

Tarkovsky filmleri polaroid renkler, dinamik kamera görüntüleri, kapı gıcırtıları, doğanın saf sesinin muntazam şekilde kullanılmasıyla beni her zaman ürpertmiştir. Sanki dram değil de sürekli olarak gerilim filmi izliyormuşum hissiyatı yaratıyor.

Tarkovsky filmlerini okumak

Tarkovsky, filmlerini okumak kolay değildir. Batı her ne kadar onu uzun bir süre reddetse de 1990'lı yılların başından itibaren, François Ozon, Louis Malle gibi yönetmenlerin de eğitim gördüğü film okulu La Femis de, 'Sinemaya Temel Giriş' dersinde 'en değerli yönetmenler' kategorisindeki anlatıldı.

Biz de onun filmlerini kronolojik olarak anlatacağız size.
Tarkovsky'nin ilk uzun metrajlı filmi, bilinçaltı, rüya gibi kavramların ön planda olduğu ve 'küçük binbaşı'nın hayatının anlatıldığı 'İvan'ın Çocukluğu' filmi. Sinema eleştirmenlerine göre, filmin ilk 5 dakikası sinematografiye giriş dersi niteliğinde. Omuz hizası çekimler, kesme teknikleri, dönemin imkânları çerçevesinde kameranın dinamik kullanılması Tarkovsky'nin teknik dehasını en iyi şekilde göstermektedir. Filmlerinde senaryoya verdiği katkılar da onun keskin zekasına işarettir.

Deha yönetmen,  Ivan'ın Çocukluğu'nda kanatlanıp da uçamayan tavuğu 'felaket'in habercisi olarak göstermiştir. Çünkü tavuk bulunduğu yerden kaçmak istemektedir ancak elindeki imkânlar buna izin verememektedir. Tıpkı, Almanların Barbarossa Harekâtı ile Rusya'nın yüzlerce kilometre içine girerek yaptıkları operasyonda kaçamayan Rus köylüleri gibi. Burada kanatlanıp da uçamayan tavuk, Sovyetlerin (her ne kadar 3.5 senelik mücadele sonucunda galip çıksalar da ) II. Dünya Savaşı'nda yaşadığı trajediye işaret etmektedir. Tarkovsky'nin savaş eleştirisi bu şekildedir.

Rüya ve bilinçaltının neredeyse her filmde izleyicinin gözüne sokulması  Tarkovsky dehasının totaliter baskıya yaptığı göndermedir. Filmdeki imge, hareket halindeyken sürekli rejimin baskısı altındadır. Kendini tek özgür hissettiği an başını yastığa koyduğu zamandır. Bu yüzden rüya ve bilinçaltı kavramı Tarkovsky'de çok önemlidir. Zira filmlerindeki bu politik göndermelerden dolayı Sovyetler'de 'istenmeye adam' ilan edilecekti.

Ivan'ın Çocukluğu, izlemesi zor filmdir. Ancak sinemayı seven ve bu alanda bir şeyler yapmak isteyenler için de ilham vericidir.

18 Eylül 2017 Pazartesi

Yönetmen ama fotoğraf dehası da; Andrei Tarkovsky

Polaroid çekimlerin üstadı.  Öldüğü gün Cemal Süreya geldi akıllara. Turgut Uyar için söylediği "Öldüğü gün hepimizi işten attılar." sözünü, sinema dünyası Andrei Tarkovsky için sahiplendi.

Yazması için,  iki daktilo yeterdi. İki taneye ihtiyacı vardı çünkü birisinde denemelerini yazıyordu, diğerinde de sinema senaryolarını. Bazen denemeleriyle sinema yazılarını birleştirerek ortaya muntazam işler çıkardı. Tıpkı 1970'daki Stalker'ı gibi.

Yönetmen titri olduğu kadar nevi şahsına münhasır bir fotoğrafçı da kendisi.
Tarkovsky'nin filmleri, kullandığı renkler ile birlikte doğal çekim tekniklerinden dolayı peri masalı havasındadır. Bazen bulanıktır, bazen de suluboya ile yapılmış bir tabloyu andırır. Oğlu, Andrey'e göre baba Tarkovsky'nin hayatında yaşadığı en heyecanlı an polaroid fotoğraf makinesini keşfettiği zamandı.
Çarlık döneminde önce Rus edebiyatı nasıl ki Rusların medarı iftiharı olmuşsa, Tarkovsyk'i de II. Dünya Savaşı'ndan sonra Sovyetler'in en çok referans gösterilen ve övgü alan şahsiyetlerinden biri olmuştu.

İsveç'in devrimci oyun yazarı ve yönetmeni Ingmar Bergman, onu "En büyük" olarak nitelendirmişti.  Danimarkalı yönetmen Lars Von Trier, Deccal filmini kendisine ithaf etmişti. Trier, daha da iddialı yorum yaparak Tarkovsky'nin kendisinin 'Tanrı'sı olduğunu söylemişti:

"It’s the closest I’ve got to a religion – to me he is "
Tarkovsky, Sovyet ideolojisine muhalif her aydın gibi 1986'da 54 yaşında sürgünde öldü. Kimilerine göre de o öldürüldü. Mezarı, bana göre 'sürgünlerin yuva'sı kabul ettiğim Paris'tedir. Genevieve mezarlığında Tarkovsky'i ziyaret edebilmek mümkündür. Mezarı Rus heykeltraş Ernst Neizvestny tarafından yapılmıştır.

Tarkovsky üzerine yazacağımız çok yazı olacak. Burada şimdilik virgül koyalım...

14 Eylül 2017 Perşembe

Flaneur #3

* Merhaba

* "Benim kafamın aynısının kız şekli olsun" cümlesini de duydum. Şehir - İstanbul, semt - Fatih

* Ceza. Kendi deyimiyle, Kalem Harp Okulu'ndan çıkan en baba rap. Kıraç'a laf söylemesini hoş kabul etmesek de Holocaust gibi iddialı söylemleriyle Türk rapinin öncüsü oldu. Ceza'yı son olarak Eurobasket2017 için söylediği şarkıyla duyduk.

* İletişim Fakültesi mezunları arasında son dönem moda olan bir durum var. Ajans çalışanı olmak. Reklam veya sosyal medya ajansında iş bulan kendisini şanslı sayıyor. Buralarda 1-2 yıllık tecrübe edinen arkadaşlar daha sonra kendilerine "Ben bu işi öğrendim, kendi ajansımı açacağım yeaa" diyerek babadan alma 10-20 bin lira ile sektöre girmeye çalışıyorlar. Sonuç ne oluyor? 3 ay sonra dükkana kilit. Yapmayın, etmeyin.

* Geçen gün bir dost ortamında bir arkadaşım, (ki bunların hepsi Türkiye'nin önde gelen İletişim Fakültesi mezunu tipler) "bizim buralarda herkes 'analytics'çi" dedi.

* Quentin Tarantino müzik klibi çekseydi nasıl olurdu diyenler için; The Dø - Despair, Hangover & Ecstasy

* Şarkıyla ilgili birkaç söyleyeceğim olsun. Despair, Hangover, Ecstasy şarkısı direkt olarak uyuşturucuya yönelik yazılmış bir şarkı. Babadan Fin'li, anadan Fransız olan grubun solisti hanımefendi Olivia Bouyssou Merilahti kullandığı maddeden ötürü bir gün 'bad trip' (ölüm tribi) yaşamış. Ortaya da o günkü ( hatırladığı kadarıyla) yaşadıklarına dair bu şarkı çıkmış.

* Nereye gittik:

Malum Flaneur'lük yapıyoruz, gittiğimiz yerlerle ilgili birkaç kelamımız da olsun. Geçen hafta Alanya'daydık. İkamet olarak Avsallar'da kaldık. Konak Beach'in denizi harika. Ayrıca iki dağ arasında kalan sahil çok da kalabalık değil.

Videoda da gördüğünüz gibi sakin bir alanda denize girmek isteyenlerin faydanalabileceği bir plaj. Avsallar merkeze 5 kilometre. ( Alanya- Mersin yolu üzerinde.)

Geceleri sevenler için de  Avsallar'daki Club Summer Garden'ı tavsiye ederim. Tüm Akdeniz'deki en iyi gece hayatının yaşandığı yer. Ki kendileri Türkiye'nin ilk gece kulübü olmakla da övünüyorlar.

Alanya'da 3 gün kaldıktan sonra oradan Kemer'e geçtik. Orada yakın bir arkadaşımın evinde kaldık. Kemer'in keşmekeşinden uzaktaydık. Torosların eteklerindeki Kuzdere köyünde 2 gün kaldık. Ekim ayında bir Adatepe olanı var. Yol hikâyelerini buradan paylaşacağım.

* Yolda neler yaşadık.

Bayram trafiğine kalmamak için Alanya rotamızı haftaiçine kaydırmıştık. Her ne kadar salı günü yola çıktıysak da Alanya'ya 12 saatte ulaştık. (Zannediyorum tüm özel sektör çalışanları Salı gecesi yola çıktı.) İstanbul'dan Bilecik'e gelmek 7 saat sürdü. Trafik ve araç yoğunluğundan dolayı ortalama hızımı 50-60 kilometreydi. ( Yer yer kazalar da trafiğin kilitlenmesine sebep olmuştu)
* Ekim ayında bir Adatepe planımız var ama öncesinde sürpriz seyahat noktalarımız olabilir. Gidersek burada sizlere paylaşacağım.

* Saygıyla

12 Eylül 2017 Salı

Grandma

Bazen 78 yaşına kadar en iyi performansınızı sergilememiş olmanız gerekir

Grandma, diyologların ön planda olduğu sıcak bir aile hikâyesi. Anneanne, torun, çocuk, eş ilişkisi samimi bir dille anlatılıyor.

Aşk, sevgili, eş, dost, akademik hayat, terk edilişler, aldatmalar, tek gecelik ilişkiler nihayetinde aile olabilmenin getirdiği sorumluluklar.

Filmin yönetmeni, Paul Weitz, 70'ler dönemi yetişen kuşaktan. Aslında Grandma'nın izleyicisinde samimi duygular bırakmasının nedeni de bu. Weitz, dönemini iyi gözlemleyerek postmodern bir aile filmi ortaya çıkarmış.

Grandma, sakin bir kafayla izlenecek 1.5 saatlik sıcak bir film.

2017'nin güzel işlerinden.

7 Eylül 2017 Perşembe

Sinemanın en sert feminist yönetmenlerinden; Julia Ducournau'nun portresi

Her Fransız kadını gibi o da güzel sigara içiyor....
Julia Ducournau, adını bir grup veterinerlik fakültesi öğrencisini odağına aldığı Raw filmi ile duyurdu.

Kendisi korku türündeki filmleriyle Fransız sinemasının son dönem yenilikçi ve en cesur yönetmenlerden.

Raw filmiyle Cannes Film Festivali'nde (2017) özel ilgi gördü. Filmi iğrenç ve tiksinç bulan bazı jüri üyelerine Ducournau, "Yamyamlık insanlığın bir parçasıdır. Bazı kabileler bunu ritüel yapar ve bunu yaparken de hiç utanmazlar." sözleriyle cevap verdi.

Raw filmindeki hayvanların böbreklerinin, gözlerinin yendiği sekanslar için de Ducournau, "Birinin kolunu ısırdığınızda biraz daha ileri gitmek istediğiniz hissini elde edersiniz ancak bu ahlâki bir tuvaliniz olduğu için yapamazsınız" yorumunu yapıyor.

Ducournau'nun 'haz' kavramı etik olarak tartışılabilir. Fransız film eleştirmenleri de işte tam bu noktada bölünüyorlar. Sanatta ahlâki ve etik sınırlamalar olmayacağını savunan eleştirmenlere göre Ducournau, radikal ve umut vaat eden bir yönetmen. Ancak bazı muhafazakâr eleştirmenlere göre Ducournau'nun filmleri özellikle de Raw salt şiddet içeren ve hiçbir şey vaat etmeyen bir film.

Docournau, Raw filmini 'bomboş' bulunlar için açıyor ağzını yumuyor gözünü. "Karakterlerim her zaman içten içe canavar gibi hissettiğinden izleyicilerin de bir canavar gibi hissetmesini ve ne yaptığının anlaşılmasını istedim. Çünkü hepimiz canavarız" 
Ducournau, Raw filminde oynayacak aktör ve aktrislere "Bir ineğin kıçına elinizi sokmak hakkında ne düşünüyorsunuz?" diye de sormuş.

Stili olan bir yönetmen

Ducournau, 18 Kasım 1983'te Paris'te doğdu. François Ozon, Louis Malle gibi yönetmenlerin de eğitim gördüğü film okulu La Femis'te senaryo yazarlığı okudu. Auter bir yönetmen. Kendi stili var. Filmlerinin senaryosunu yazıp kendi yönetip kurgusunu da kendisi yapıyor.

İlk projesi 2011 yılında Junior adlı kısa film. Midesine giren bir virüs sonrası 13 yaşındaki bir çocuğun geçirdiği metamorfozun anlatıldığı yapım aynı zamanda Raw'ın 16 yaşındaki 'aykırı' oyuncusu Garance Marillier'ın da ilk kez kamera karşısına geçtiği film.

2012'de üniversitede işkence yapan bir hocanın ve bu hocadan intikam almak isteyen eski bir öğrencisini odağına alan, televizyon işi Mange projesinde yer aldı. Son olarak da Raw filmiyle nihayet bağımsız film sevenlerin dikkatini çekmeyi başardı. (Her üç film de bol miktarda beden dehşeti içeriyor.)

Docournau'nun filmleri neden 'Beden Dehşeti' üzerine?


Docournau, 'beden' üzerine bu kadar saplantılı olmasını çocukluğundan kaynaklandığını söylüyor. Babası dermatolog annesi de bir kadın doğum uzmanıymış. Filmlerindeki tıbbi nitelikler ve bilgisi de anne ile babasından geliyor. Raw'da kullandığı yakın plan çekim teknikleriyle izleyiciyi bilerek daha çok rahatsız etmek istediğini de sözlerine ekliyor.

Filmlerindeki 'beden dehşeti'nin nedeni bilinçaltındaki bu etki. Birlikte yaşanılmaya korkulacak bir kadın.

Docaurnau'nun favori yönetmeni benim de en çok Şiddetin Tarihçesi filmini sevdiğim David Cronenberg.

Klişe olacak ama Raw'ın, Midnight Madness kanalındaki gösteriminde iki izleyici bayıldı. Filmin gösterimi yarıda kesildi ve salona ambulans çağrıldı.
Ducournau vazgeçilmez genç yıldızı Garance Marillier ile birlikte Cannes Film Festivali'nde. Aykırı fikirlerinin yanında aykırı tarzıyla da dikkat çekiyor
Docournau, feminist bir yönetmen. Ancak filmlerinin kitlesi için herhangi bir cinsiyetçi söylemde bulunamayız. "Ben bir kadınım, evet güçlü bir kadınım. Filmim de feminist ancak herkesin alabileceğibi mesaj olduğuna eminim" 

Ducournau'nun filmlerini birkaç cümle ile özetleyecek olursak, Antik dönem filozoflarından esinlenelim. "Her insan kendisinin biraz hayvanıdır"

Yazıda kullanılan kaynaklar:

1) Julia Ducournau'nun The Guardian'a verdiği söyleşiyi okumak için tıklayın

2) Britanya basını kendisini seviyor. Ducournau'nun Independent'a verdiği söyleyişiyi okumak için tıklayın

Raw (Grave)

Fransız sineması devrimcidir. Sert filmleri sever. Raw da, Fransız ekolünün dünya sinemasına armağan ettiği son yenilik.

Raw, tüm etik değerleri yerle bir eden bir film. İzlemesi hayli zor.  Kandan ziyade 'iğrenç'lik ön planda.

İzleyen, izlenilen her şeyin bir yanılsama olduğunun farkında bile olsa yine de içinin kaldırmayacağı çok sekans var.
İzlemesi zor filmler her zaman festivallerde el üstünde tutulmuştur. Raw da İstanbul Film Festivali'nin özel seçkilerindendi. Döneminde film eleştirmenlerinden olumlu yorumlar aldı.

Popartcinema ne diyor?

Cannibal HolocaustSalò o le 120 giornate di Sodoma, Srpski,  The Human Centipede  gibi filmlerin kıymet gördüğü mecrada Raw'ın da hakkının yenmemesi gerektiğini düşünüyoruz.

Tekrardan belirtelim, Raw yukarıda saydığımız filmlerden bir tık daha rahatsızlık verici. Lütfen filmi bunu göz önünde bulundurarak izleyin.

Filmin yönetmeni Julia Ducournau'nun The Guardian'a verdiği söyleşide filme gelen tepkilere "Yamyamlık, insanlığın bir parçasıdır" sözleriyle yanıt verdiğini de belirtelim.

4 Eylül 2017 Pazartesi

Flaneur #2

İş çıkışı iki duble rakı yanına azıcık güveçte karides, balık (ama hepsi yenmeyecek, balık mıncıklanacak) valeye 10 lira bahşiş. Artık sen de bir beyaz yakalı adayısın
* Merhaba

* Kaybedenler Kulübü'nü yazdık, devam filmi geliyormuş. İsmi de Kaybedenler Filmi Yolda olacakmış. Konusunu neyin hiç okumadım ama lütfen Easy Rider özentisi bir film çıkarmayın ortaya.

* Dişi kedilere de pozitif ayrımcılık.

* Memur vs beyaz yakalı
"Ben sabah 9 akşam 6 çalışamam yeaaa" dedi birey. ( Bayram ve resmi tatillerde dahil senede 20 gün beleş izin garanti.) Birey devam etti konuşmaya; "Zaten İstanbul'da yaşanmaz oldu aslında şöyle sahil şeridinde bir şehirde memurluk kebap olur be. Düşüneyim ben bunu."
  Memur Türksat aboneliği alır, beyaz yakalı Netflix

  Memur çay içer, beyaz yakalı filtre kahve (Vedat Özdemiroğlu'na selam olsun; cümle onun)
 
  Memur sinemaya gider, beyaz yakalı film izler

  Memur banyo yapar, beyaz yakalı duş alır

  Memur yıllık izine çıkar, beyaz yakalı tatile

  Memur maç seyreder,  beyaz yakalı futbol

  Memur evde yemek yapar, beyaz yakalı sipariş verir

  Memur televizyon seyreder, beyaz yakalı belgesel

  Memur oy verir, beyaz yakalı reyini kullanır

  Memur zam alır, beyaz yakalı prim

  Memur tek eşli, beyaz yakalı çok eşli

  Memur stabil, beyaz yakalı dalgalı kur

  Memur evlenir, beyaz yakalı flört eder

  Memur radyo dinler, beyaz yakalı plak

  Memur kahvaltı yapar, beyaz yakalı brunch

  Memur pazar günleri pikniğe gider, beyaz yakalı evde vakit geçirir

  Memur haber izler, beyaz yakalının da sabah duasıdır gazete okumak

  Memur yağda balık yapar, beyaz yakalı rakı balık

  Memur arabayı düz vites kullanır, beyaz yakalı otomatik

* "Türk sinema sektörünü Taksim ıslak hamburgerine benzetiyorum. Lezzetli, kokuşmuş, çirkin ama bağımlılık yaratacak kadar potansiyele sahip."  Alper Çağlar söylemiş. Ben ek yapayım, "Türk sinema sektörü tereyağlı İskender gibi. Kokusu cezbedici, ama yediğinde midene oturuyor. Ama çok da lezzetli..."

* Alper Çağlar demişken. Adeta yerli Clint Eastwood. Büşra ve  Dağ I  filmleriyle dikkatleri pek çekmese de  Dağ II'yle kendini kanıtladı.

* Athena'nın Eurovision'daki For Real şarkısında sahnede dans eden hanımefendinin tişörtünde yazan Turkish Delight klişesini yakalayan güzel insan, sen de benimle aynı fikirleri paylaşıyorsun.

* Peki, Manga'nın We Could Be The Same'ini özel kılan neydi? Grup üyelerinin kıyafetlerindeki kırmızı detaylar. Pek az kişi tarafından fark edilen.

* Eurovision'dan bahsedince bir Türk olarak Sertap Erener'i anmadan geçmek olmaz. Erener'in Everyway That I Can şarkısı Türk ve Doğu kültürünün ne de güzel bir karışımıydı. Dansöz müziği esintisiyle İran üzerinden gelen hoş dalganın Anadolu'da kucaklaşması ve son olarak Sertap'ın İstanbul ağzıyla söylediği İngilizce'yle birleşmesiyle 1'incilikten başka şans kalmamıştı.

* Lynyrd Skynryd'ı "Leyeneyerede Sekayenerede" şeklinde ezberleyen saf insan, sen de bizdensin.

* Bu haftanın önerisi de bu olsun. Tık tık

3 Eylül 2017 Pazar

Cephede yumruklarıyla dövüşecek kadar atılgan bir Alman askeri; Karl Radermacher


Karl Radermacher, 12 Aralık 1922'de Almanya'nın Kuzey Ren'e bağlı Vestfalya kasabalarından Aachen'da doğdu. Babası dondurma satıcısıydı. Fakir bir çocukluk geçirdi. 9 yaşında babası onu iş öğrensin diye bir elektrikçinin yanına verdi. Burada eli iş tuttu. Kazandığı parayla İzcilik eğitimi aldı. Avcılık ve doğa özel ilgi alanıydı.

Radermacher, 1942 yılında Joseph Goebbels'in Topyekûn Savaş çağrısıyla 20 yaşında orduya yazıldı. Savaş nedeniyle Wehrmacht'ta 1 aya düşürülen temel eğitimden sonra 1942'nin Temmuz ayında cehennemin ortasına, Doğu Cephesi'ne gönderildi.

Cesur ve atılgan bir askerdi. Muvazzaf değildi ancak avcılık yetenekleri sayesinde iyi silah kullanıyordu. Eylül 1942'de Leningrad'ın en ön saflarında 21'inci Piyade Alayı'nda savaştı.

Cephedeki şiddetli çatışmalar sonucu kolundan ve bacağından yaralandı. Ekim 1942'de II. sınıf Demir Haç Nişanı'yla ödüllendirildi. Savaşta gösterdiği üstün atış kabiliyetinden dolayı da Piyade Atış Rozeti'ni taktı.

2 haftalık tedavisinden sonra Kasım 1942'de yeniden Leningrad'ın en ön cephelerine gönderildi. Şehir savaşlarında meskun mahal operasyonlarına katıldı. Yine yaralandı. Aralık 1942'de detaylı tedavi görmesi için cephe gerisine çekildi. 1943 Şubat ayında yeniden orduya döndü. Bu kez muharebe alanında değil, taburda kaldı. Haberci olarak görev yaptı.

1943 yılının Haziran ayında Doğu Cephesi'ndeki savaş daha da şiddetlenmişti. Almanlar, tarihin gördüğü en büyük tank muharebesi olan Kursk'a ( Temmuz 1943) hazırlanıyordu. Radermacher de böyle bir dönemde tekrar cephede gönüllü olarak savaşmak istedi. Tankçı değildi ancak kendisine motorize makineli tüfek zırhlısını komuta yetkisi verilmişti. Aynı zamanda cephede önemli mesajların gönderilmesini de organize etti. Bazen tank üzerinde bazen de arabayla komutanlıklar arası gerekli bilgilerin ulaşması gereken birime götürülmesini sağladı.

Cephedeki üstün başarısından dolayı Şubat 1944'te Birinci Sınıf Demir Haç nişanını aldı.

Savaşta gösterdiği liderlik vasıfları için,  Silahlı Kuvvetler Yüksek Komutanlığı'nın (Oberkommando der Wehrmacht ) en alt tabakasındaki Şövalye Nişanı'yla ödüllendirildi.

Radermacher, 40'tan fazla göğüs göğüse mücadeleye girmiş 4 kez de yaralanmıştı.
Radermacher Ulm Kent Konseyi'nde madalyasını Heinrich Himmler'den alıyor / 1944
Radermacher, 1944 yılının Kasım ayında Baltık Cephesi'ne gönderildi. Burada ilk kez kendine bağlı 12 kişilik timin komutanlığını yaptı. Elde ettiği başarılar sayesinde Nahkampfspange nişanıyla ödüllendirildi. ( Nahkampfspange nişanı, Alman ordusunun 1942'den itibaren vermeye başladığı, üstün feragat madalyası denkliğinde bir ödüldü. Nişanın Türkçe karşılığı Yakın Savaş Tutma'dır. Çatışmalarda, yumruk yumruğa kavga etmiş, kanının son damlasına kadar savaşmış gazilere verilen bir unvandı. Üniformanın sol üst köşesindeki cep kısmına takılırdı. Madalya Radermacher'e bizzat Reichsfuhrer SS Heinrich Himmler tarafında Ulm Kent Konseyi'nde verildi.)

Radermacher, Aralık 1944'te Norveç fiyortlarında Kurlandschlachten'de savaştı. Buradaki başarısında dolayı da kıdem atlatılarak astsubay oldu.

1945 yılında dört bir koldan Berlin'e ilerleyen Sovyetlere karşı savaşmak için Frankfurt yakınlarındaki Oder'e geçti. Şubat 1945'te buradaki muharebelerde 6'ncı kez yaralandı. Adolf Hitler'in intiharı ve Berlin'in kesin olarak teslimiyle Radermacher de silahını bıraktı.

Savaştan sonra asker olduğu için Müttefiklerce tutuklanmadı. Doğdudu kasaba Aachen'a döndü. Aachen'ın banliyösü olan Kohlshied'de şarküteri dükkânı açtı. 1970 yılında Batı Almanya'da memur oldu. Banka görevlisi olarak Batı Almanya Devlet Bankası'nda çalışmaya başladı. 1987'de emekliye ayrıldı.

Savaşın en uzun süre yaşayan tanıklarından biriydi. Ancak kendisi hiçbir dönem Alman medyasında ilgi görmedi. Tarih anlatıcıları, belgeselciler II. Dünya Savaşı'yla ilgili yaptıkları çalışmalarda kendisine direkt olarak söz hakkı vermek yerine dönemin komutanlarının anı kitaplarından yararlandılar.

Karl Radermacher, 9 Ekim 2016'da Kohlscheid'te hayatını kaybetti. Öldüğünde 93 yaşında bir Wehrmacht gazisiydi.

Radermacher,

Çalışmada yararlanılan birincil kaynaklar:

The Face of Courage / Florian Berger ( Sayfa 409-412 ) Kitabı okumak için tıklayın

Harp Tarihçisi Rob Hopmans'ın fotoğrafları için tıklayın