Birleşik Krallık'ın çok yönlü yönetmenlerinden Alex Garland'ın hem senaryosunu yazıp hem de kamera arkasına geçtiği Ex Machina, bilim kurgu alanının en çok ilgilelenmeyi sevdiği "yapay zeka" üzerine kurulu.
Google kurucularından Larry Page'den esinlenerek oluşturulan Nathan (Oscar Isaac) karakterinin baş amacı bir robot yapmak ve bu robota karakter vermektir. Ava adını verdiği bu robotu test etmesi için de çalışanı Caleb'ı (Domnhall Glesson) görevlendirir.
Filmle ilgili söylenecek en olumlu eleştirilerden biri "yenilikçi" ve az tahmin edilebilen senaryosuyla alanının kült filmleri arasında rahatlıkla yer alabilir.
Garland'ın filmi, Sovyet yönetmen Andrei Tarkovsky'nin Stalker, yine aynı yağmurun altında büyüdüğü Stanley Kubrick'in 2001:Space Odeyssey ile Gladiator filmiyle sinemaya yeniden savaş filmleri akımını geri getiren Ridleyy Scott'ın Blade Runner filmlerinden dersler çıkarıp, iyice analiz edildiğini gösteren zekâ barındırıyor.
Filmle ilgili benim diğer beğendiğim detaylar, özellikle ABD'de Trump'ın kazandığı başkanlık seçimleriyle gündeme gelen, arama motorlarının kullanıcılarının bilgilerini manipüle etmesine yönelik meselelere parmak basması, filmi biraz daha ileri boyuta taşımayı başarıyor.
Hülasa, üzerinden yıllar geçse de -her ne kadar bu tanımlamayı sevmesem de- sinefillerin 2010'lar dünyasından bilimkurgu alanında akılda kalacak yapımlardan.
28 Şubat 2020 Cuma
26 Şubat 2020 Çarşamba
Flaneur #8
* Merhaba
* Gücü elinde tutan erk/oligark bireyin özgürlüğünü kısıtlamak için yapar hamlesini hep. En çok korktuğu da düşüncedir. Bireyin fikirlerini söylemesi, silahlı eylemden daha çok ürkütür onu. Eğer sen iktidarın biçtiği yaşam formundan bir an dışarı çıkarsan "öteki kimlik" olursun. Jean Paul Sartre'a ait bir sözü hatırlatalım: Kendi özgürlüğümüzü hissettiğimiz oranda başkasının özgürlüğüne saygı duyarız.
* Savaşlar, annelerin oğullarını ulusa feda etmesidir. Savaşta ölen sadece oğullar/kadınlar değil, anneleri de diri diri gömeriz o toprağa.
* Hikâyelerimizi anlamlandırmak için uzun yollara çıkma gereği hissederiz. David Lynch'in Kayıp Otobanı'nı bir de bu gözle izlemeni tavsiye ederim.
* Konuşurken konudan konuya atlayan, beş dakikalık mevzuyu elli dakikada anlatmaya çalışan, cümlelerini gereksiz ayrıntılarla boğan beşeri mahlukat, karşındakini sıktığını fark etmelisin. Sen konuştukça bana daral geliyor, bıkkınlık örtüsü kaplıyor üstümü.
* Bu tiplerin (konudan konuya atlayan) genel bir özelliği de konuşurken kendisinden bahsetmeyi sevmesidir. Sizin bir selam vermeniz karşılığında kendi gündelik rutinini anlatması içten bile değildir. Öyleki gününün olumsuz başladığını anlatması için önüne getirilen kahvenin lezzetsiz olması yeterlidir. Kahveyi getiren garsonun sunumundan, hal ve tavrından rahatsız olmasından, kahve çekirdeğinin çekilme derecesine kadar detaya iner. Eleştiriri de eleştirir. En doğrusunu onlar bilir arkadaşlar. Hülasa içtiği kahvenin lezzetli/lezzetsiz olmasından ziyade gün içerisinde konuşacak insan bulamadığı için sizi 50 dakika kitlemesi bundandır aslında.
* Bu çok ve boş konuşan beşeri mahlukatın vakti boldur, insan ilişkileri zayıf, empatiden yoksundur.
* Toplumsal Fay Hatları. Hastası olduğum kelimelerden biri ama iyi anlamda değil. Nedim Şener çok kullanıyor bu lafı. Türk toplumunu anlatmak için yapılan kötü teşbihlerden.
* Şevket Süreyya Aydemir'in Suyu Arayan Adam kitabı, özellikle Anadolu insanı üzerine gerçekçi tespitlere yer veriyor. Aydemir'in betimlemeleri, otobiyografi yanında muazzam bir roman tadında. Ancak kitabı okurken Aydemir'in içten içte "Millî Mücadele'ye katılmadım ama bunları bunları yapmak için. Büyük Turan hayaliyle ben kendi Millî Mücadelemi Turan'da verdim. Sonrası zaten Komünist Parti ve Rusya" minvalindeki günah çıkarmaları biraz eğreti durdu. Aydemir, hep kendisini haklı çıkarma çabasında gibi geldi bana. Elbette Aydemir'i yargılamak bana düşmez, zaten Suyu Arayan Adam bir otobiyografiden çok vicdan muhasebesi.
* Corona ya da diğer adıyla Wuhan virüsüyle ilgili kafamı kurcaklayan birkaç soru var. Dünya Sağlık Örgütü'nün verilerine göre (25 Şubat 2020 Tarihli) 72 bin 314 kişide vaka kesin olarak tespit edilmiş. 38 bin 680 vaka (yüzde 87), 30-80 yaş arasında. Hastaların yüzde 81'inde grip hafif şekilde seyrederken, yüzde 5'inde riskli durumda. Ölüm oranı yüzde 2.3 yani 44 bin 672 vakada 1023 kişi hayatını kaybetmiş. Virüs İran'da 19 kişinin ölümüne neden olarak kapımıza kadar dayandı. Dolayısıyla herkes biraz endişeli. Benim merak ettiğim, ölen kişilerin yaşları ve hastalık öyküleriyle ilgili neden bir açıklama yok. Yani bunları bilmemiz biraz olsun insanın içini rahatlatacağını düşünüyorum zira normal bir gripten ölüm oranı hâlâ Corona virüsünün ölüm oranından yüksek.
* Virüsle ilgili yaşlılar, çocuklar ve kronik hastalığı olanların risk altında olduğu belirtiliyor. Korunmak için sık sık el yıkamak, vücut direncini yüksek tutmak ve Sağlık Bakanlığı'nın altta paylaştığım önerilerine azami önem göstermek gerekiyor.
* Gücü elinde tutan erk/oligark bireyin özgürlüğünü kısıtlamak için yapar hamlesini hep. En çok korktuğu da düşüncedir. Bireyin fikirlerini söylemesi, silahlı eylemden daha çok ürkütür onu. Eğer sen iktidarın biçtiği yaşam formundan bir an dışarı çıkarsan "öteki kimlik" olursun. Jean Paul Sartre'a ait bir sözü hatırlatalım: Kendi özgürlüğümüzü hissettiğimiz oranda başkasının özgürlüğüne saygı duyarız.
* Savaşlar, annelerin oğullarını ulusa feda etmesidir. Savaşta ölen sadece oğullar/kadınlar değil, anneleri de diri diri gömeriz o toprağa.
* Hikâyelerimizi anlamlandırmak için uzun yollara çıkma gereği hissederiz. David Lynch'in Kayıp Otobanı'nı bir de bu gözle izlemeni tavsiye ederim.
David Lynch- Kayıp Otoban |
* Bu tiplerin (konudan konuya atlayan) genel bir özelliği de konuşurken kendisinden bahsetmeyi sevmesidir. Sizin bir selam vermeniz karşılığında kendi gündelik rutinini anlatması içten bile değildir. Öyleki gününün olumsuz başladığını anlatması için önüne getirilen kahvenin lezzetsiz olması yeterlidir. Kahveyi getiren garsonun sunumundan, hal ve tavrından rahatsız olmasından, kahve çekirdeğinin çekilme derecesine kadar detaya iner. Eleştiriri de eleştirir. En doğrusunu onlar bilir arkadaşlar. Hülasa içtiği kahvenin lezzetli/lezzetsiz olmasından ziyade gün içerisinde konuşacak insan bulamadığı için sizi 50 dakika kitlemesi bundandır aslında.
* Bu çok ve boş konuşan beşeri mahlukatın vakti boldur, insan ilişkileri zayıf, empatiden yoksundur.
* Toplumsal Fay Hatları. Hastası olduğum kelimelerden biri ama iyi anlamda değil. Nedim Şener çok kullanıyor bu lafı. Türk toplumunu anlatmak için yapılan kötü teşbihlerden.
* Şevket Süreyya Aydemir'in Suyu Arayan Adam kitabı, özellikle Anadolu insanı üzerine gerçekçi tespitlere yer veriyor. Aydemir'in betimlemeleri, otobiyografi yanında muazzam bir roman tadında. Ancak kitabı okurken Aydemir'in içten içte "Millî Mücadele'ye katılmadım ama bunları bunları yapmak için. Büyük Turan hayaliyle ben kendi Millî Mücadelemi Turan'da verdim. Sonrası zaten Komünist Parti ve Rusya" minvalindeki günah çıkarmaları biraz eğreti durdu. Aydemir, hep kendisini haklı çıkarma çabasında gibi geldi bana. Elbette Aydemir'i yargılamak bana düşmez, zaten Suyu Arayan Adam bir otobiyografiden çok vicdan muhasebesi.
* Corona ya da diğer adıyla Wuhan virüsüyle ilgili kafamı kurcaklayan birkaç soru var. Dünya Sağlık Örgütü'nün verilerine göre (25 Şubat 2020 Tarihli) 72 bin 314 kişide vaka kesin olarak tespit edilmiş. 38 bin 680 vaka (yüzde 87), 30-80 yaş arasında. Hastaların yüzde 81'inde grip hafif şekilde seyrederken, yüzde 5'inde riskli durumda. Ölüm oranı yüzde 2.3 yani 44 bin 672 vakada 1023 kişi hayatını kaybetmiş. Virüs İran'da 19 kişinin ölümüne neden olarak kapımıza kadar dayandı. Dolayısıyla herkes biraz endişeli. Benim merak ettiğim, ölen kişilerin yaşları ve hastalık öyküleriyle ilgili neden bir açıklama yok. Yani bunları bilmemiz biraz olsun insanın içini rahatlatacağını düşünüyorum zira normal bir gripten ölüm oranı hâlâ Corona virüsünün ölüm oranından yüksek.
* Virüsle ilgili yaşlılar, çocuklar ve kronik hastalığı olanların risk altında olduğu belirtiliyor. Korunmak için sık sık el yıkamak, vücut direncini yüksek tutmak ve Sağlık Bakanlığı'nın altta paylaştığım önerilerine azami önem göstermek gerekiyor.
18 Şubat 2020 Salı
Takıntılı bir film; A Clockwork Orange
Stanley Kubrick'in Anthony Burgess'in Türkçeye Otomatik Portakal adıyla çevrilen eserinden uyarladığı film, ilaçlı sütle kafayı bulup efkâr-ı umumiyenin huzurunu kaçıran Alex Delarge'ın önderliğindeki çetenin şiddet dolu öyküsünü anlatıyor.
Film, bilinmeyen bir zamanın Londra'sında geçer. Filmin giriş sekansı, gülünç ama aynı zamanda ürkütücü motiflerle dizayn edilmiş çete üyelerinin, "eğlenceleri"ne şiddet katmak amacıyla planlarını yapmak üzere sürreal "Korova" barıyla başlar. Karakterler, "Ultra kaba"dır. Bunun nedeni de synthemesc, drencrom adlı sentetik maddelerinden oluşan sütten kaynaklıdır.
Çetenin kendilerine verdikleri isim de vardır: "Droog"
Kubrick'in filmde yarattığı atmosfer, Birleşik Krallık yönetimince oldukça sert tepkiye neden oldu. Filmin gösterilmesi 25 yıl boyunca yasaktı. Zira filmde sağlıklı, huzurlu diyebileceğimiz hiçbir şey yok. Tüm sekanslar son derece rahatsız edici.
Kubrick'in en rahatsız edici filminde, seyirciye kaçacak alan bırakılmıyor. Sahneleri izlemek oldukça zor. 1970'lerin atmosferini ve sinemaya muhafazakâr bakışın etkin olduğu dönemde Kubrick oldukça cesurca anlatmayı seçiyor hikâyeyi.
Kubrick, filmle dünyanın şiddete teslim olduğunu ve insanların bu şiddette büyük payı olduğunu söylemek istemektedir. Dünya kaosa teslim olmuştur. Bu kaos da insanın ilk atasından beri genlerindeki kodlu şiddet dürtüsünden kaynaklanmaktadır.
Filmdeki tecavüz sahneleri şiddetin nedensiz biçimsiz hali gibidir. Seyircide rahatsızlık verici bir itki oluşur. İster istemez bize bu sahneleri izlettiği için Kubrick'i sorgulamaya başlar. Bu şiddet ritüeli bir an önce bitsin ister.
* Bu yazıda Veysel Atayman'ın Şiddetin Mitolojisi (İthaki Yayınları, 2019, İstanbul) kitabından yararlanılmıştır.
11 Şubat 2020 Salı
Bir Soğuk Savaş Anatomisi; Das Leben der Anderen
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Almanya'nın başkentinin İngiltere, ABD ve Sovyet ordularınca işgal edilerek dört parçaya bölünmesi ve akabinde gelişen Soğuk Savaş'ta iki kutuplu dünyanın en sert ve kanlı çekişmelerinin yaşandığı şehir haline gelmesi, Berlin halkının ağır trajediler yaşamasına neden oldu. Batı/Doğu şeklinde iki farklı ideoloji/güç tarafından yönetilen şehirin bu potansiyelini nimet olarak en çok sinema sektörü kullandı.
Berlin'in kendine has o karanlık atmosferi beyaz perdede seyircilerin hep ilgi duyduğu bir platform oldu. Çocukluğunu Doğu Almanya'nın başkenti Bonn'da geçiren (Köln'e bağlı) Florian Henckel von Donnersmarck istihbarat savaşlarının merkezinde yaşamış bir isim. Daha sonradan babasının işi sebebiyle pekçok şehirde yaşamış. (Brüksel, New York, ST. Petersburg) Babasından ve aile bireylerinden de çok fazla istihbarat öyküsü duymuş olması muhtemel, zira babasının ne iş yaptığıyla ilgili hiçbir zaman renk vermemiş. Belki de istihbarat personeliydi babası, öyküyü de bu çerçevede oluşturmuş olabilir.
Das Leben der Anderen'in hem senaryosunu yazıp hem de yönetmen koltuğunda Donnersmarck. İsminde "von" kökeninden aristokrat bir aileden geldiğini de hatırlatalım.
Donnersmarck, her ne kadar birçok farklı şehirlerde yaşamış olsa da Alman kültüründen özellikle de Soğuk Savaş döneminin politik ikliminden oldukça etkilenen bir isim. Yazının da başlığını taşıyan ve ilk uzun metrajlı filmi Das Leben der Anderen de Berlin'in bu bahsettiğimiz politik atmosferiyle yoğrulan bir film.
Donnersmarck, filmin hazırlık sürecinde Ministerium für Staatssicherheit ile (Türkçe bilinen ismiyle Stasi) Doğu Almanya Devlet Güvenlik Bakanlığı arşivlerine girerek dönemle ilgili birçok belgeyi fotoğraflama ve görme imkanını bulabilmiş. Welt'e verdiği röportajda milyonlarca belgenin olduğu arşivde araştırma yapmanın bunaltıcı etkisinden bahsederek, senaryosunu oluştururken meydana gelecek olan özgünlüğün heyecanın tatmin edilemez olduğunu da belirtmiş.
Türkçeye Başkalarının Hayatı olarak çevrilen film, "Die Blechtrommel", "Das Boot", "Schtonk", "Afrika'nın Hiçbir Yerinde", "Der Untergang", "Sophie Scholl" gibi Alman yapımlarıyla benzer şekilde Oscar'a aday gösterildi ve "Yabancı Dilde En İyi Film" dalında Akademi heykelciğini kazandı.
Donnersmarck, film için hayatının 8 yılını vermiş. Hatta bazı büyük firmaların, büyük paralar önererek filmi komedi olarak çekmesi yönünde tekliflerde bulunsa da yönetmen, bunu katı şekilde redderek, bir dönem 300 bin kişinin çalıştığı Stasi istihbarat biriminin politik gerilim atmosferde seyirciye aktarılmasını daha doğru bulmuş.
Das Leben der Anderen, grafiği yükselen Alman sinemasının en özgün örneklerinden. Soluksuz olarak izlenebilecek çağın önemli filmlerinden.
Berlin'in kendine has o karanlık atmosferi beyaz perdede seyircilerin hep ilgi duyduğu bir platform oldu. Çocukluğunu Doğu Almanya'nın başkenti Bonn'da geçiren (Köln'e bağlı) Florian Henckel von Donnersmarck istihbarat savaşlarının merkezinde yaşamış bir isim. Daha sonradan babasının işi sebebiyle pekçok şehirde yaşamış. (Brüksel, New York, ST. Petersburg) Babasından ve aile bireylerinden de çok fazla istihbarat öyküsü duymuş olması muhtemel, zira babasının ne iş yaptığıyla ilgili hiçbir zaman renk vermemiş. Belki de istihbarat personeliydi babası, öyküyü de bu çerçevede oluşturmuş olabilir.
Das Leben der Anderen'in hem senaryosunu yazıp hem de yönetmen koltuğunda Donnersmarck. İsminde "von" kökeninden aristokrat bir aileden geldiğini de hatırlatalım.
Donnersmarck, filmin hazırlık sürecinde Ministerium für Staatssicherheit ile (Türkçe bilinen ismiyle Stasi) Doğu Almanya Devlet Güvenlik Bakanlığı arşivlerine girerek dönemle ilgili birçok belgeyi fotoğraflama ve görme imkanını bulabilmiş. Welt'e verdiği röportajda milyonlarca belgenin olduğu arşivde araştırma yapmanın bunaltıcı etkisinden bahsederek, senaryosunu oluştururken meydana gelecek olan özgünlüğün heyecanın tatmin edilemez olduğunu da belirtmiş.
Türkçeye Başkalarının Hayatı olarak çevrilen film, "Die Blechtrommel", "Das Boot", "Schtonk", "Afrika'nın Hiçbir Yerinde", "Der Untergang", "Sophie Scholl" gibi Alman yapımlarıyla benzer şekilde Oscar'a aday gösterildi ve "Yabancı Dilde En İyi Film" dalında Akademi heykelciğini kazandı.
Donnersmarck, film için hayatının 8 yılını vermiş. Hatta bazı büyük firmaların, büyük paralar önererek filmi komedi olarak çekmesi yönünde tekliflerde bulunsa da yönetmen, bunu katı şekilde redderek, bir dönem 300 bin kişinin çalıştığı Stasi istihbarat biriminin politik gerilim atmosferde seyirciye aktarılmasını daha doğru bulmuş.
Das Leben der Anderen, grafiği yükselen Alman sinemasının en özgün örneklerinden. Soluksuz olarak izlenebilecek çağın önemli filmlerinden.
Pusher Trilogy
Sinema eğitimini Birleşik Devletler'de gördükten sonra ülkesine dönen Refn, büyüdüğü sokaklardaki torbacıların hayatlarından etkilenerek öyküsünü oluşturduğu Pusher filminin ilkindeki Frank karakterine kendinden de bir şeyler eklemeyi ihmal etmemiş.
Frank'in Kopenhag'ın en belalı mafya babasına borcunu ödemek için çabalamasının yanında film izlemeyi ihmal etmemesi, gündelik yaşamın akışına bir şekilde ayak uydurmaya çalışması beyazperdeye o kadar iyi aktarılmışki, tüm bu detaylar Refn'nin sinematografisinin ne kadar gelecek vaat ettiğinin en bariz göstergelerinden.
İyi öykü anlatıcısı olan Refn, Pusher'da "torbacı" olarak tabir edilen alt düzeyli serserileri odağına alan filminde şiddeti ön plana çıkarıyor. Pusher serisinde, Refn'in Drive, Neon Demon, Cennetin Kapısında, Bronson gibi filmlerinden farklı olarak "geleneksel" yan ortaya çıkıyor.
Refn'in şiddete yönelik estetik bakışı, sınır ihlalleri yapan, kural tanımaz karakterlerinin hayatlarında neden hiçbir şeyin yolunda gitmediğinin birer göstergesidir. Frank'in (Kim Bodnia) başına gelenleri sorgulamayız çünkü belayı kendisine çağırtmaktadır.
Frank'in film boyunca çevresine yaklaşımı, aylarca aramadığı annesinin son parasını dahi alması ve annesinin ona sarılmak istemesini omuz silkerek reddetmesi, onun insan olma iddiasını bize sorgulatır.
Finalde Vic'in Frank'e yaptığı ve Frank'in arabanın arkasındaki çaresiz o son bakışı seyirciye bir nevi "Katharsis" duygusunu yaşatır. Çünkü Frank'in Vic'e yönelik tavırları seyiricideki itki duygusunu geliştirmiştir. Frank başına gelebilecek her şeyi hak etmiştir. Son sahne ile Refn, hem seyirciyle barışır hem de onu rahatlatır.
Pusher, Danimarka sinemasının yerel dilde (Danca) çekilmiş ilk suç filmi. Lars von Trier, Thomas Vinterberg, Anders Thomas Jensen, Ole Christian Madsen ile aynı ekolden gelen Nicolas Winding Refn'in ve Danimarka sinemasının "altın çağı"na canlı şahit ediyor olmanın mutluluğu ile bu yazdığım tüm yönetmenlerin filmlerine yakın durmanızı tavsiye ederim.
10 Şubat 2020 Pazartesi
Americana film kültürü
Birleşik Devletler sinemasıyla ilgili hepimizin dikkatini çeken, hafızamızda belirli ölçüde yer eden bazı sahneler vardır. Donut yiyip ve kahve içen polisler akla ilk gelen örneklerdendir. Ya da bazı filmlerde kutlanan Şükran Günü. İşte tüm bu öğeler Americana kültürü temsil etmektedir.
American Way denilen, Amerikan yaşam tarzını satan her sahne Americana kültürüne girebilir. Örnek yaşam durumlarının anlatıldığı tüm sekanslar, Amerikan bayrağının kapısında mutlaka asılı durduğu kırmızı tuğla evler, bahçe çitleri, ailecek oturulan ve dua ile yemeğe başlanan sofralar. Tüm bu görüntüleri içeren filmler Americana yaşamını idealize edip, görsel sanatlar yoluyla seyiricinin hafızana taşıma amacı taşır.
Bunun en güzel örneklerini David Lynch'in de Blue Velvet filminde görebilirsin. Bu gözle bir kez daha izlemeni öneririm.
American Way denilen, Amerikan yaşam tarzını satan her sahne Americana kültürüne girebilir. Örnek yaşam durumlarının anlatıldığı tüm sekanslar, Amerikan bayrağının kapısında mutlaka asılı durduğu kırmızı tuğla evler, bahçe çitleri, ailecek oturulan ve dua ile yemeğe başlanan sofralar. Tüm bu görüntüleri içeren filmler Americana yaşamını idealize edip, görsel sanatlar yoluyla seyiricinin hafızana taşıma amacı taşır.
Bunun en güzel örneklerini David Lynch'in de Blue Velvet filminde görebilirsin. Bu gözle bir kez daha izlemeni öneririm.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)