30 Mayıs 2017 Salı

John Wick ve Mozambique Drill stili

Yazıyı okumadan önce lütfen videoyu izleyiniz.

'Mozambique Drill' tekniği kabaca bir tarifle çeyrek atış tekniği olarak lügâta geçmiştir. Çelik yelek giyen korumaları etkisiz hale getirmek amacıyla 2 göğüse 1 kafaya ateş etme prensibine dayanan ilkenin mottosu 'garanti ölüm'dür.

Teknik, ABD'li modern silah tasarımcısı Jeff Cooper tarafından geliştirilmiştir.  İsmi, Mozambik Kurtuluş Savaşı'nda, gerillaların AK-47 ile çift vuruş taktiği uygulayarak Portekiz askerleri etkisiz hale getirmesinden esinlenerek 'Mozambik Matkabı' adını almıştır.  (Taktik söylediğim gibi daha sonra Cooper tarafından mentalitiye dönüştürülerek küçük silahlara uygun şekilde geliştirilmiştir.)

John Wick, kategorisinde 1'nci sınıf ve ağır siklet bir film olarak tanıtılmasının en önemli sebeplerinden birisi de filmdeki 'Mozambique Drill' stilinin kullanılmasıdır.

Serinin ilk filmindeki ( yukarıdaki videoda da izleyebileceğiniz gibi) bara giren Wick, rakiplerini tamamen 'Mozambique Drill' stiliyle etkisiz hale getirmektedir. Bu stil, serinin ikinci filminde daha da ön plana çıkarılmıştır.

Stilde 'öldürücü'lüğü garanti altına almak için silah iki el ile ve hafif sola doğru eğimli tutulmaktadır. ( solaklar sağa eğilimli tutar) Rakip karşıda görüldüğü anda sağa eğilimli el kasılır ve silahın geri tepmesi minimuma indirilerek, hedefin tam isabetle vurulma kapasitesi artırılmaktadır.
Ayrıca, filmin yönetmeni Chad Stahelski hem yakın dövüş hocası hem de atıcılık ve silah tutkunu olmasından ötürü 'silah ve modern aikido' dövüş tekniklerini filmine çok iyi yedirmiştir.

John Wick'in izlenme ve sevilmesinin en büyük nedenlerinden biri de filmin alt yapısının teknik özelliklerle ve gerçekçi şekilde doldurulmuş olmasıdır.

John Wick'le ilgili yazmaya devam edeceğim...

29 Mayıs 2017 Pazartesi

John Wick Chapter 2

Do you Work Mr. Wick

Spoiler içermemektedir

53 yaşından 58 gün aldığı gün John Wick 2'nin çekimleri için silah antrenmanı yaptığı görüntülerin internete düştüğü zaman Keanu Reeves, adeta "Ben hâlâ buradayım" diyordu.

Aikido'dan 4. Dan derecesi olan -aynı zamanda filmin de yönetmeni- Chad Stahelski ile günde ikişer saatten ( biri silah, ikisi yakın dövüş dersleri) üç eğitim alan Reeves, filmde giyeceği özel dikme takım elbise için de uygun kiloya 2 ayda gelebilmiş.
John Wick'i sevmemin sebebi kategorisindeki aventür/dövüş filmlerinden stil olarak farklı olmasıydı. Bu stil farkını şöyle tanımlamak istiyorum.

Wick'in yakın dövüşteki 'Mayo-Kemi'(rakibi omzundan tutarak yere çakma) tekniğini kullanması, 'Taçi'ye ( Aikioda'da diz çökerek rakibi yere vurma) düşerek silahla ateş etmesi neredeyse her iki filmdeki dövüş sahnelerinin Aikido sanatının en güzel şekliyle temsil edilerek işlenmesinden ötürü John Wick benim için özel bir 'vurdulu-kırdılı' film olmuştu.
Filmin ikincisinin çekilmesi için yapılan anketlerin 'olumlu' çıkması sonucunda Stahelski bu kez tek başına yükün altına girerek ve Reeves'in yanına Ruby RoseLaurence Fishburne ile İtalya Sineması'na saygısını gösterdiği Franco Nero ile güçlendirilmiş bir kadroyla Jonh Wick 2'ye 'start' verdi.
Wick serisi, macera-suç türündeki filmlerinin çıkış noktası kabul edilen James Bond'dan bir tık üste geçme başarısını gösterir. Wick'in dünyasındaki 'tetikçiler' çağdaş sanatlara önem veren, son derece entelektüel, en az 3  lisan konuşan ve bunun dışında işaret dilini de bilen bireylerdir.
C'nin (Continental) içindeki herkes kurallara bağlıdır. İkinci filmle Wick'in dünyasına daha geniş bir yelpazeden bakmaktayız. Bol aksiyon, sert dövüşler ve eril bir düzenin yanında Wick'in en ayırt edici özelliği Kingsman ile başlayan 'Gentlman/Beyefendi'  düzeninin aynı zamanda savunuculuğunu da yapmasıdır.

Bu kadar çok silah, şiddet, kan ve erilliğin olduğu bir filmin her iki cins tarafından tutulmasının en önemli sebebi filmdeki bu 'beyefendi' tavırdır.
Dünya sinemasına İngiliz yönetmen Guy Ritche'nin yüzmek için gittiği bir olimpik havuzda tanıştığı ve ilk filmi 'Lock Stock and Two Smoking Barrels'ta oynattığı (hikâyesini sonraki yazılarda detaylı anlatacağım) Jason Statham'ın 'sömürü sineması'ndan farklı olarak Wick'in dünyasında 'etik' çok önemlidir. Söz konusu beyefendilik vurgusu da bu duruma başkaldırıdır.
Gelelim Wick'in daha doğrusu Stahelski'nin selam duruşlarına.

'Wachowski kardeşler'in klasiği Matrix'e 'Kuşçu rolündeki dilencilerin babası' Laurence Fishburne ile selam duran Stahelski, iletişim fakültelerinde Radyo Sinema ve Televizyon bölümü okuyan öğrencilere bir doktrin gibi öğretilen Orson Welles'in 'The Lady From Shangai' filmine de 'aynalı labirentler arasında çatışma' sekanslarıyla selam için kaldırdığı elini sert şekilde indirmiştir.

Uğur Vardan usta bu sahneyi " Görselliği yeterli bulmayan izleyici için ağızlara sürülen bir parmak bal" sözleriyle tanımlamıştır.

Wick Chapter 2'de İtalya'nın eşsiz başkenti Roma'yı daha çok görmek isterdik.

Velhasıl-ı kêlam, Wick evreni bitmedi. 3'üncü filmi şimdiden beklemedeyiz. Vizyon tarihi 2018...

26 Mayıs 2017 Cuma

SS marschiert in Feindesland Teufelslied

SS Marschiert in Feindesland  Teufelslied

İkinci Dünya Savaşı özel ilgi alanlarımdan. Konu hakkında Türkçe kaynaklar başta olmak üzere İngilizce ve dilim döndüğünce Almanca kaynakları okumaya gayret ediyorum.

Bu yazıda Fury, filmindeki şu sekans ile popüler hale gelen bir marştan bahsetmek istiyorum.

Adolf Hitler'in özel koruma ordusu olan Waffen SS için 1939 yılında Luftwaffe'nin (Alman Hava Kuvvetleri) 'Marsc der Legion Condor' marşından esinlenilen SS Marschiert in Feindesland'ın melodisi değiştirilmeden alınmıştır. (Aşağıdaki videoda 01:35'ten sonra dinleyebilirsiniz)

Marşın sözleri, 1939 yılından 1945'e kadar çeşitli kez değişikliğe uğramıştır. Bu değişikliğin sebebi, savaş süresince insan ve asker kaynağında sorun çeken Waffen SS birliklerinin çok uluslu kuvvete dönüşmesidir.

Marşın sözleri Fransa'da, Romanya'da, Norveç'te, Estonya'da farklı şekillerde söylenmiştir. Ancak sözlerde değişmeyen unsur ana düşman Sovyet Rusya hakkındaki sözcüklerdir.

Yukarıda dinleyeceğiniz marş 1943 yılında Norveç'teki 4'ncü Zırhlı Waffen SS Tümeni birliklerinin söylediği şekildedir. ( Kayıt orjinal olduğu için ses çok net değildir. Youtube'da marşın günümüzce uyarlanmış muhtelif versiyonları vardır)

Marşla ilgili bana en ilginç gelen detaylardan biri de halen Fransız ordusunda 'Le Legion MarcheCers Le Front' haliyle söyleniyor olmasıdır. 1972 yılında Fransız komandolarının tatbikatına ilişkin görüntülerin olduğu filmde  yönetmen, müzik olarak 'Le Legion Marchecers Le Front'u tercih etmiştir.

Fury filmiyle birçok kişinin ilgisini çeken Waffen SS marşının orjinal ve Türkçe sözlerini de paylaşarak yazımızı noktalandıralım...

SS Marchiert in feindesland,
Und singt ein teufelslied

Ein schütz steht am wolgastrand
Und leise summt er mit

Wir pfeifen auf unten un oben
Und uns kann die ganze welt

Verfluchen oder auch loben
Grad wie es ihnen gefallt

25 Mayıs 2017 Perşembe

Yorgos Lanthimos'un takıntıları

"Karakterlerimi kendileriyle ayna karşısında yüzleştirmeyi seviyorum. Biliyorum ki onu izleyen seyirci eve gittiğinde ve ayna karşısına geçtiğinde beni hatırlayacak" 

Yorgos Lanthimos, radikal ve takıntılı bir yönetmen.

Bir örnek Kynodontas filminden.


Aggeliki Papoulia, sert bir dambılla ayna karşısında kendi dişini kırdığı sahne, izleyici hayli rahatsız etmiştir. Öyle ki birçok kişi yumruk darbelerinin artması ve kanın aynaya sıçramasıyla yüzünü başka yöne yöneltmiştir.

Sekanstaki seslerin gerçekçi olması da sahneyi daha etkileyici ve rahatsız edici duruma getirmiştir.

Bir başka örnek de The Lobster filminden;

Colin Farrell'ın kendisini kör etmek amacıyla bıçağı gözüne dayadığı sahne, "Acaba gerçekten sokacak mı?, bu kanlı sahneyi bize gösterecek mi?" sorularını beraberinde getirerek izleyeni hayli germiştir.

Bir başka örnek de yönetmenin 2011 yapımlı Alpeis filminden;
Fazla detaya girmeyeceğim. Bu filmdeki yanak dikme sahnesi de en az The Lobster ve Kynodontas filmindeki kadar rahatsız edicidir.

Lanthimos'un bir başka takıntısı da filmlerinde güneş ışığını sevmemesidir.

Güneşi sevmiyor

Sevmiyor. Şimdiye kadarki 5 uzun metrajlı filminde de güneş ışınlarını görmek na'mümkündü. Özellikle The Lobster'da hep soğuk ve puslu bir film ortamı vardı.

Tarantino'nun absürtlüğü, Haneke'nin durgunluğu, Jim Jarmuch'un loşluğu, Angelopoulos'un geniş açılı mekansal çekimleri Yorgos Lanthimos sinemasında bir araya gelmiştir.

Lanthimos, günümüz sinemasının en heyecan verici yönetmenlerindendir vesselam...

The Killing of a Sacred Deer

Yunan sinemasının dâhi yönetmeni Yorgos Lanthimos'un son eseri.

Başrol yine The Lobster'da da birlikte çalıştığı Colin Farrell'da
Lanthimos sinemasını izlemek ve hazmetmek zordur. Farrell, son filmin senaryosunu okuduğunda midesinin bulandığını ve senaryonun okuma aşamasını bitirmekte zorluk çektiğini söylemiştir.
Subje bir yorumla, Lanthimos'un izlenmesi en zor filmi Kynodontas. Ancak filmi Cannes'da izleyen eleştirmenler The Killing of a Sacred Deer'ın daha zor bir film olduğu görüşündeler. ( Film Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye'de de yarışacak)
Lanthimos, The Lobster'daki karanlık ve puslu atmosferi son filmine yine yansıtmış. Ancak The Killing bunu bir tık ötesine de geçecek. Bu kez ortada genç bir psikopat var. Doktorun bu çocuğa ilgi duymasıyla da işler hayli karışacak.

İlk filmini çekmek için arkadaşının evini kiralayan, borç alarak kamera satın alan Lanthimos'un 7 senede geldiği nokta genç sinemacılara ilhâm olsun.

Lanthimos çok özel bir yönetmendir ve dünya sinemasınca da kıymeti pek bilinmemektedir.

Film Türkiye'de 3 Kasım 2016'da vizyona girecektir.

The Handmaid's Tale #3

Yazı spoiler içermemektedir

Meclis binasında katliatm yaptıklarında, suçu teröristlere attıklarında, anayasayı askıya aldıklarında, hiçbirimiz uyanmadık. Geçici olduğunu söylemişlerdir. Zaten hiçbir şey bir anda değişmez. İçinde olduğun kazan yavaş yavaş ısınırken, farkında olmadan haşlanarak ölürsün.

- Bunu yapmaya hakları yok, bunu yapamazlar

- Yapabilirler, başkentten beri OHAL durumundayız.

-Evet ama bu başka saldırıları önlemek içindi

Amaç teröristleri yakalamaktı, belki de hiç terörist yoktu

Nasıl ki insanın kullandığı kelimeler karakterini belli ediyorsa, izlediğimiz dizilerden de yaşadığımız gerçekler hakkında izlenim edinebiliriz.

Yukarıdaki tirad, dizinin 3.bölümünün giriş sekansında geçmektedir. Size de tanıdık geldi mi?

24 Mayıs 2017 Çarşamba

The Handmaid's Tale

İnsan ırkının yok olması dileğiyle

Yakın bir gelecekte kurgulanmış distopik bir dünya. Olabilecek hadiseler mümkün mü? Evet mümkün.
Kadınların kısır olduğu ve insan ırkının devam edebilmesi için kısır olmayan kadınların 'Damızlık' olarak kullanıldığı bir evren.
Damızlık kadınlar aynı zamanda köle. 'Burg' yaşamında kadınlar 'köle/hizmetçi' olarak kullanılırken, duruma itiraz eden kadınlar hemen cezalandırılıyor.

Birinci bölüm dizinin konusunu izleyiciye anlatabilmek için ağır ilerliyor. Hatta izleyen kişi birinci bölüm sonunda biraz sıkılmış da olacak. Lâkin izleyicinin sabretmesi gerekiyor
2. ve sonraki bölümlerde konu daha da ilerliyor ve dizi izleyici rahatsız edici bir hâl alıyor. Bu rahatsızlığı izleyenin merakı da besliyor.

The Handmaid's Tale, son dönemin en iyi izlenceli distopik yapımlarından.
Dizinin ilgi çekici bir başka konusu da (yorumlarım kesinlikle spoiler içermemektedir) dine olan tavrı. İncil'den örnekler verilse de 2. bölümde bir sahnede kilisenin yıkıldığını görürüz. Dine mesafeli ama aynı zamanda 'Burg'ların özel yaşamlarındaki muhafazakarlığı da izleyeni ikilemli yorumlara sevk edebiliyor.

Dizi yapımcılarının Stephan King'e selam durması da ince detaylardan. Dizide ABD'nin isminin Gilead olması akıllara hemen King'in Darktower kitabında geçen ve silah kullanmayı iyi bilen bir şovalyenin memleketi Roland'ı getirmektedir.

23 Mayıs 2017 Salı

Entelektüelin Siyasi İşlevi

Michel Foucault.

Türkçe'de isminin doğru şekilde yazılması en az Nietzsche kadar önemli bir kişilik.

Balkonunda 'marihuna, esrar' yetiştirecek kadar tiryaki. "Entelektüel birey, bilgisini, uzmanlığını siyasi mücadele alanında kullanmalı" diyebilen bir beyefendi.

Vakti zamanında İspanya'nın lideri Franco'ya karşı durmak için Madrid sokaklarında polisten cop yemiş düşünür. Frankfurt Ekolü'nden gelen İstanbul Üniversitesi hocalarının da pek sevdiği profesör.
Yakın dostu için "20. Yüzyılın en büyük entelektüeli Jean Paul Sartre" demiştir.

Foucault'nun Işık Ergüden'in çevirisiyle Ayrıntı Yayınları'ndan Seçme Yazıları Serisi I ismiyle çıkan Entelektüel'in Siyasi İşlevi kitabına yakın durmanızı tavsiye edeceğim. Zira beyaz boğazlı kazağıyla hafızalarda kazınmış bu ismin görüşlerini, düşüncelerini ve fikirlerine az da olsa hâkim olmak gerekiyor.

Okuyun, üzerine konuşalım...

Türkiye'de halkın ilk kez sinemayla buluşması

Türk Sineması Araştırmaları, Türkçe yayın yapan sinema siteleri arasındaki en yararlı kurum.

Türk sinemasıyla ilgili derli toplu ve detaylı tüm birikimlerin bulunabileceği bir site.

Fotoğraf da siteden.

The Levand Herald, 12 Aralık 1896

Galatasaray'da bulunan Sponeck Birahanesi'nde D. Henri tarafından halka açık ilk sinema gösterimi yapıldı.

Kaynak: TSA.org

13 Mayıs 2017 Cumartesi

Parkfest 2017

Geçtiğimiz yıllarda binlerce İstanbullunun katılımıyla gerçekleşen Parkfest bu akşam yine Küçükçiftlik Park da binlerce müzikseverle buluşacak.

Elektronik müzik dünyasının kült ismi James Lavelle'in projesi UNKLE'ın başı çekeceği festivalin kadrosunda bizzat dinlemek için bulunacağımız elektronika ve Jazz'ın en güzel birlikteliği KOOP projesiyle Oscar Simonsson da bizlerle buluşacak.

Bu akşam Küçükçiftlik'te görüşmek dileğiyle...

12 Mayıs 2017 Cuma

Unsere Mütter Unsere Väter

Harp Tarihi'nin ender çalışmalarından.

Büyük Savaş üzerine yapılmış en iyi dizi-filmlerden.

Unsere Mütter Unsere Väter'in kamera arkası görüntülerini sizlerle paylaşalım.

Türk işi True Detective; Masum

Masum

Seren Yüce'nin (bence) en iyi işi. (Rüzgârda Salınan Nilüfer'den de iyi)
Ali Atay, Haluk Bilginer, Serkan Keskin, Okan Yalabık ve Nur Sürer. Muhteşem oyunculuk.
Altı doldurulmuş sağlam karakterler. Geçmiş ile gelecek arasında giden kurgu.
Bünyeyi yormayan Türk işi HBO kalitesinde bir yapım.
Masum'u seveceksiniz. Zannımca uzun süre Masum ayarında bir Türk dizisi izleyemeyeceğiz.

8 Mayıs 2017 Pazartesi

Asla İzlenmemesi Gereken Filmler #1

Edge of Winter / Kışın Ortasın

Bu filmin adını nerede görürseniz uzak durun.

 Joel Kinnaman'ın bir ara kurtarmaya çalıştığı performansın ötesinde filmde hiçbir şey yok.


"Hiçbir şey yok" sözünü açalım

 Joel Kinnaman iyi oyuncu. Bu filmde de iyi oyunculuk sergiliyor ancak film koca bir boşluk. Psikopat bir baba, (obsesif) garip çocuklar. Filmin sinopsisini okuyunca "Hemen izlemeyelim" diye geçiriyorsunuz içinizden. Gerilim türünde bir film ve konusu sizi hemen izlemeye teşvik ediyor. Lâkin filmi izlemeye başlayınca bir türlü geçmiyor.
Benim takıntım vardır. Gerilim filmlerinin (ne kadar sıkıcı olsa da) sürpriz finalleri için sonuna kadar izlerim.
Edge of Winter'ı da bunun için izledim. Ben yandım siz yanmayın. Sürpriz final yok, gerilim hiç yok. Konu ve senaryo zayıf.
Velhasıl, azalarak bitmesi ve uzak durulması gereken bir film.

5 Mayıs 2017 Cuma

The Divine Comedy

İrlandalı Chamber pop müzik grubu. Neil Hannon tarafından kurulan The Divine Comedy, Alternatif-Rock ve Grunge'a 'karşı duruş'un en önemli temsilcilerinden olmuştur.

1980'ler İngilteresi, belki de İngiliz müzik tarihinin bir dönem içerisinde en fazla alt kültür grubunun doğduğu dönem olmuştur. O dönem İngiliz gençleri için malzeme boldu. İngiltere, Arjantin ile Falkland savaşlarından çıkmış, Margaret Thatcher 1983'te iktidara gelerek 'Demir Leydi' dönemini başlatmıştı.
İngiliz gençler, devletin baskısını o dönem daha da sert hissetmişlerdi. Devletin 'sözde' korumacı politikası altındaki baskıcı tutumu 16-21, 21-26 yaş arasındaki gençleri Punk, Rock ve türevi alt türleriyle ilgilenmeye yöneltmiştir.
Yaşıtlarına göre daha apolitik olan Hannon, 1988 yılında kendi grubunu kurmaya karar vermişti. Bu fikrini de yakın arkadaşı  Bryan Mills'e açarak, Dante'den esinlenerek 'İlahi Komedya', 'The Divine Comedy' isimli grubu kurdular.

Politik şarkı yazmayacaklar ve müzik ritimleri daha yumuşak olacaktı. Kurulduktan 1 sene sonra çıkardıkları Fanfare For The Comic Muse albümü de kuruluş mantalitelerini destekler nitelikteydi.

Daha sonra 1993, 1994 ve 1996'da çıkardıkları Liberation, Promenade, Casanova ile bir anda tüm İrlanda'nın en çok dinlenen müzik gruplarından biri haline geldiler.

A Lady of a Certain Age


Lady of a Certain Age, benim dinlemekten en keyif aldığım parça.

Ve şarkının sözlerinde de anlaşıldığı gibi İngiliz aristokrat kesimine de gayet doyurucu göndermelerle de dolu.

Yaşlıca Bir Hanımefendi

Vaktiyle jet sosyetenin en kıymetli parçasıydınız

Krallarla tatil yapıp yıldız adaylarıyla yemeğe çıkardınız

Londra’dan New York’a, Cap Ferrat’dan Cpari’ye

Parfümünüz Chanel, elbiseniz Givenchy

Ve Cenevre Gölü kıyısındaki o Noel partilerinde Elinizde Campari,

yanı başınızda David ve Peter Yüksek sosyetenin baş döndürücülüğüne meydan okurdunuz

Cephaneliğinizde sadece bir çek defteri ve aile ağacı

 Corde d’Azur’da güneşi kovaladınız durdunuz

Gençliğin ışığı sönene dek İşte şimdi bir başına o gölgede

Yaşlıca bir İngiliz hanımefendisi

Ve eğer hoş bir genç adam size içki ısmarlamak isterse

O komplocu göz süzmenizi takınıp “Yetmişimde göstermiyorum değil mi?” derdiniz

Onun cevabı da “Asla, buna imkân yok” olurdu

Çok ama çok zengin biriyle evlenmeniz şarttı

Böylece

Alışık olduğunuz ama şu sosyalist takımının sürekli tehdit ettiği Şahane düzeninizi sürdürebilirdiniz

Çocuk da yaptınız, bir kız bir erkek

Akıl sağlığınızı korumak adına bir dadı tuttunuz

Ve zamanı gelince bir güzel postalandılar

Bu vaktiyle size yapılanın aynısıydı

 Oğlunuz sermaye hisselerine ve tahvillere gömülmüş bir vaziyette,

Surrey vileyetinde

Ara sıra sizin oralara uçup hemen ardından telaş içinde geri dönüyor

Kızınız enstitüyü bitiremedi gitti

Hiç içinize sinmeyen o acayip gençle evlendi

Eşinizin bomboş kalbi atmaz oldu bir Noel günü

Villayı Marsilya’daki metresine bırakıp gitti

Siz de buradaki küçük dairenizde aldınız soluğu

Birinin kadehinizi doldurup Corde d’Azur’da güneşi nasıl kovalayıp durduğunuzu dinlemesini umarak

Seren Yüce

Fotoğraf: Selçuk Şamiloğlu
2000’lerin başından itibaren bir iletişim ve dijital teknoloji dünyasına girdik. Her şey önümüze çok daha çabuk ve hazır geliyor. Para karşılığında tabii. Böyle bir dönemde insanların gittikçe kendilerinden uzaklaştığını, kendilerine ve çevrelerine yabancılaştıklarını düşünüyorum

                                                                                                 Seren YÜCE / Yönetmen

4 Mayıs 2017 Perşembe

JFK

Eski fotoğrafları çok seviyorum.

Oldschool tarz.

ABD Başkanı JFK, Noodle'nı yiyor.

Perşembe Sineması #1

Ghost In The Shell / Kabuktaki Hayalet

Aynı isimle Japon mangasından uyarlanan Rupert Sanders'ın yönetmenliğinde çekilen Amerikan filmi.
Matrix, Avatar, Artificial Intelligence (A.I.) türünü sevenler Ghost In The Shell'i de sevdi.
Scarlett Johansson, Danimarka Sineması'nın yükselen dehalarından Pilou Asbæk ikilisi filmin yükünü sırtlıyor.
Akıcı ve seyirliği kolay bir film.
Perşembe akşamlarınızı dolduracak güzel bir öneri.