Julia Ducournau'yu yıllar önce bu blog okurları öğrenmişti. Kendini Fransız yeni dönem sinemasının yetiştirdiği en önemli isimlerden biri. Provokatif olmayı seviyor. Aile, cinsiyet gibi kavramları da sil baştan değerlendirip, izleyici de belirli sorgulamalara sebep olmak da istiyor.
Raw filminden sonra ikinci uzun metrajlı filmi olan Titane, gerçekçilikten tuhafa uzanan grotesk bir hikâyeye sahip. Olağan temaları olağanüstü şekilde resmetmeyi tercih ettiği gibi travma gibi tetikleyici tutumları da seyircinin gözüne sokma çabasında. Bu bakımdan bile aslında özel bir yere sahip olması gerektiğini düşünüyorum filmin.
Filme, kuir okumadan bakarsak da bedensel korku ve trans deneyimine demir atmış bir yapıtla karşılaşıyoruz. Film cinsellik, sevgi ve aşkla ilgili her türlü yerleşik algıya meydan okuyarak, sınırları epey aşıyor. İtfaiyeci ile baba-oğul olarak başlayan ilişki, zamanla her ikisinin de vücutlarının birbirlerine mahkum hale gelmesiyle birbirlerine kesin ihtiyaç duymalarına evriliyor. Her iki karakter de biraz da olsa huzur buluyor bu durumdan.
Ayrıca baş karakterimiz, ihtiyaç duyduğu 'baba sevgisi'yle yeniden sosyal hayata kazandırılıyor. (Bir başkası tarafından iyileştirilen travma, sevgi yoluyla yeniden sosyalleştirilen bir suçlu) Bana kalırsa ikili arasındaki en önemli ilişki buydu.