12 Kasım 2020 Perşembe

Kaç Para Kaç


"Dünyadaki insanların yarısı günde iki dolardan daha azıyla yaşıyor. Tam bir buçuk milyar insan aç uyuyor.  Nüfusun dörtte biri temiz bir bardak su içemiyor. Her dakika bir kadın çocuk doğururken ölüyor"

Reha Erdem'in yüklü miktarda para bulmasıyla küçük hayatları değişen orta sınıf bir Türk ailesini odağına aldığı festival yıldızı filmi Kaç Para Kaç, kentli toplumda iktidarı elinde bulunduran, asosyal, ailesine düşkün gibi duran Selim'in hikâyesini ustalıkla anlatıyor.

Paranın insanları (muhafazakâr-seküler olsun fark etmez) nasıl yozlaştırdığını Sait Faik öyküsü tadında anlatan Erdem'in filmi, hikâyesi ve karakter gelişimi açısından oldukça tatmin edici. Selim karakterinin Kafkavari dönüşümünü oldukça iyi yansıtan Taner Birsel'in 21. İstanbul Film Festivali'nde "En İyi Erkek Oyuncu" ödülünü de layık görüldüğünü hatırlatalım. (1998 senesi)

Reha Erdem'in yarattığı dünya aslında günümüz insanının da bir panaromasını çıkarıyor. Eskiden kutsal sayılan bilgiydi, insanlık bilgiyi arıyordu. Ancak günümüzde hele ki gelişmiş ülkelerin büyük şehirlerinde insanlar için tek bir maddenin kıymeti var; para. Bilgi mazide hikmet para da oldu artık. 

Reha Erdem'in filmde Selim karakteri üzerinden yarattığı evrende, dışlanmışlıktan kaynaklanan yabancılaşma, (Selim'in ailesine, çocuklarına, çevresine hatta yanında çalıştırdığı dürüst çırağına) karakterin paranın yüküyle birlikte yaşadığı daraltıcı girdap, bireysel olarak sıkışmışlık hissi, yalan, çok fazla yalan söylemesi şu an içinde bulunduğumuz dünyanın da modern bir benzetmesi değil mi? 

Kaç Para Kaç, yönetmenin sinematografisindeki en başarılı yapımlardan. Yakın durmanızı şiddetle öneririm.

8 Kasım 2020 Pazar

Korku

Yarı çocuk kalbimde korku, kapıya yaklaştıkça büyüyor. (Yusuf Ziya Ortaçgil)

Kişinin ruhu bile duymadan, içten içe gelen bir histir korku. Ekseriyetle insan bünyesinde kendini alttan gelen ılık bir sıvıyla belli eder. Benzer durum hayvan dostlarımız için de geçerlidir.

Korkunun beslendiği şey, umutsuzluktur. İnsan aklını esir alır, kalbini karartır, damarlarını tıkar, köreltir. Böylece korku girdabına girer insan, çaresizce huzursuzluğu kabullenir. Korku içten içe büyür, sabahın huzur verici ilk ışıklarının yansıması bile korkan bünye için, bezgin bir güneşten ibarettir.

Sosyal Darwincilere göre korku en ilkel dürtümüzdür. Belki de insan farkında olmadan hayatta yaptığı ya da yapacağı tüm eylemler bu duygu -sayesinde-yüzünden yapıyor. 

Üvey kardeşi de vardır korkunun, endişe. Hemen ardından gelir. Sizin yakanızı bırakmaz, kene gibi yapışır. Peşinden uzaklaşmasını istedikçe size saldırmaya devam eder.  Kimi aşkta bulur korkuyu kimi sevgide kimi sokakta kimi denizde kimi de evinde...

Orhan Asena'nın mesela, müthiş bir tiyatro kitabı vardır "korku"yu anlattığı, artık sadece sahaflarda bulunabilen... 

4 Kasım 2020 Çarşamba

Ölüm ritüelleri

2014 yılında Danimarka'da ilginç bir cenaze törenine şahit olmuştum. Ölünün küçük bir tekne üzerine bırakılıp yakılarak denize salınması, bu tip bir cenaze töreninin 21. yüzyılda yapılabilmesi beni çok şaşırtmıştı. Bundan sonra biraz geriye doğru dönük araştırdığımda ölü gömmenin çok ilginç ritüel ve inanışlarla yapıldığını fark ettim.

Misal; tarihte ölülerini ilk yakanlar Yunanlar. Mezar abidesindeki meşaleyi ayağıyla söndüren koruyucu ruhun o mezarın etrafında hayatta olacağına inanırdı.  Meşale sanırım hayatın parlayıp ve daha sonra söndüğünü temsil ediyor olabilir. Yazılı Yunan kaynaklarda da buna benzer bir yorum vardı.

Antik dönemden devam edelim. Mısırlılar da çok ilginçler. Bir defa yok oluşa tahammülleri yok. Hiçleşmek onlar için oldukça kötü. Bu yüzden cenazelerini otlarla doldurup, ebediyete kadar onları koruyacağına inandıkları taşın altına mumyalanmış şekilde gömerlerdi. Toprağa gömülü heykeller!  İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde de görüleceği gibi günümüze kadar gelebilen insan kemikleri ve prototipi.

Yahudiler ve Hristiyanlar ölü törenleri konusunda benzer düşüncelere sahipler. Büyük dinlerin ekseriyetinde olduğu gibi ölümden sonraki yaşama olan inançtan dolayı bu iki dine mensup kişiler ölülerini bir bütün halinde gömerlerdi.  

Norveçli bir arkadaşım bu ölü gömme adetleri konusunda ilginç bir yorumda bulunmuştu bana. Hayata en çok Müslümanların kıymet verdiğini bu yüzden kabristanların mümbit (verimli) topraklar üzerine kurulduğunu söylemişti. Hemen İstanbul'u düşündüm. Osmanlı döneminde Eyüp mezarlığı İstanbul'un en verimli topraklarını teşkil ediyordu ve evet mezarlık oraya inşa edilmişti. Pratikte doğru olabilirdi söylediği.

Müslüman mezarlıklar. Eyüp'ün mezar taşlarından ibaret görkemli manzarası. İlginç.

Ölü gömme, ölü törenleri gerçekten ilginç sahneler. Gaip alemlerden çalınan bir söz vardır: "Ölüm diyarında muhakeme yapılmaz"

Mezarlıklarda ölülere saygı vardır. Kafanızda dökülen saçları saklamak amacıyla taktığınız şapkayı bile ister istemez yeni bir cenaze yanınızdan geçerken çıkarırsınız.  Şapkayı çıkarır elinize alırsınız ister istemez. Üzgün bir surat ifadesine bürünürsünüz cenaze sahiplerinden gözlerinizi kaçırarak.